28 Aralık 2014 Pazar

MALALA DAY


Selamlar.

Televizyon ve medya dünyasından uzakta, kendi meşgalelerimle yaşadığımdan daha önce adını sanını duymuşluğum yoktu Malala Yusufzay'nin. Yabancı hocalarımdan bir tanesi bahsetti geçenlerde kendisinden. Hakkında hiçbir fikrim olmadığını söyleyince de epey bir şaşırdı. Zira geçenlerde Nobel Barış Ödülü kazanmıştı. Bense hayatlarını koca bir yalan içinde yaşayıp, bu yalanı desteklemek için birilerinin birilerine verdiği ödüllerden ve o ödülleri kazananlardan kendimi uzak eyleyeli epey olmuştu.


Herkesin koca bir aptallık içinde ne kadar zeki olduklarını anlattığı, dünyaya ve dünyadakilere ne derece hassas bir gözle baktığı ve bir şeyleri umursadıkları yalanlarına karnım o kadar toktu ki, bir tane daha bu gibi sun'i bir duygusallık, kahramanlık veya duyarlılık hikayesi duyarsam kusacaktım.


Nasıl bir dünyada yaşadıklarının birazcık bile olsa farkında olmayan günümüz insanları kendilerini inandırmak, aç bırakılan duygularını ve egolarını tatmin etmek için bazı sahte şeylere ihtiyaç duyar. Bütün dünyanın yanıyor ve bütün insanların öldürülüyor olmasını, onlar için tek bir şey, bir anda geçersiz ya da unutulmaya değer kılabilir; ''Tüm dünyadaki zalimlere, hırsızlara ve kadın hakları düşmanlarına, ya da kapitalizm ve emperyalizme karşıyım'' diyen birinin ortaya çıkıp birkaç ödüle layık görülmesi...

Bir kahraman yani..

İşte biz, böylelikle istediğimiz şeyi elde ederiz. Çünkü içimizden geçirdiğimiz ve haykırmak istediğimiz şeyleri, birisi çıkıp tüm dünyanın gözü önünde söylemiştir. Böylece içimizdeki o özgürlük ya da eşitlik isteyip tepinen küçük çocuk susturulmuş, bastırılmış olur. Yapılması gerekenin yapıldığına inanırız. Ve böylece hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Peki sonuç nedir?

Hayatlarımıza bir önceki gün gibi devam ederiz. Aynı işlerde çalışır, aynı maaşları alır, aynı eğlence merkezlerine ya da sinemalara gideriz. Tepkilerimiz aynıdır. Hala savaşa ve insan katliamına, ya da çevre katliamına karşıyızdır. Birisi ekranların karşısına geçip tüm bunları bizim yerimize söylemiştir. Bu da bize yapılacak bir şey kalmadığı anlamına gelir. Fakat diğer taraftan savaşlar da, çevre ve insan katliamı da, hırsızlık da, yolsuzluk da, sömürü de devam eder. Ama içimiz artık bir nebze daha rahattır çünkü dünya medyası, dünyada olan bu kötü şeylere karşı birilerine söz hakkı vermiştir; bu da demek olur ki artık yüksek mevkideki birileri de tıpkı bizler gibi bunları umursuyor demektir.


Sizi en çok sömüren, dünyanın süper güçleri değil. Sizi en çok sömüren şey beyinleriniz. Çünkü gerçek olmasını istediğiniz her şeye inanıyor ve onu gerçek sanıyorsunuz. Ama aynı zamanda da, asıl gerçeklerden bir o kadar uzaklaşıyorsunuz.


Şöyle düşünün;
Sağ tarafımızda insanlar ölüyor, sömürülüyor. Her şey kargaşa içinde. Birileri bir öğünlük yemeklerine, diğerlerinin bir aylık maaşını ödüyor. Birileri o yemekleri yer ve arta kalanları çöpe atarken; çöpe atılanların yarısından azı, binlerce insanın bir aylık yemek oranına eşit.

Sol tarafımızda ise, tüm bunları gören, bilen ve aynen de dile getiren biri veya birileri var. Televizyonlara, Birleşmiş Milletlere, meclislere ve konferanslara katılıyor. Ödüller alıyor. Dünyanın ilgisini bu acı şeylere çekmeye çalışıyor. Yani sizin yapmak istediğiniz her şeyi yapıyor.


Biz ise, sol tarafımızda gördüğümüz şeyden çok fazla etkileniyoruz ve bunca zaman bu gibi şeylerin özlemini çektiğimiz, yani birilerinin çıkıp bu kötü gidişatı eleştirmesini beklediğimiz için, artık onunla meşgul oluyoruz. ''Evet'' diyoruz. ''İşte birileri çivisi çıkmış bu dünyanın kokuşmuş sistemine karşı dobra dobra konuşuyor. Hem de dünyanın gözü önünde.'' Yani ''iyi insanlar çoğalıyor, endişelenmeye gerek yok..'' Ve bu, bizleri sağ taraftaki resimden uzaklaştırıyor. Çünkü artık gereğinin yapılacağına inanıyoruz. ''İşte artık büyük devletler, Birleşmiş Milletler ve dünya basını bu olaya el attı, artık bir şeyler değişmeye başladı..'' Bu yüzden de hayatlarımıza kaldığımız yerden, daha mutlu ve umutlu şekilde devam ediyoruz.


Yanıldığımız ise çok açık.

Bir yandan doğu ülkelerine silah satıp, diğer yandan kendi ülkelerinde insan hakları ve özgürlükleri adına yapılmadık reformlar bırakmayan ve ülkelerinin her bir bireyinin refah düzeyini normalin üzerinde iyi bir konuma getiren ülkeler; dünyanın özgürlük ve eşitlik adına konuşacak birine ihtiyaç duyduğunu bilecek ve bunu size kendi elleriyle sağlayacak kadar iyi biliyorlar işlerini.


Bunu bazen kendi yetiştirdikleri insanlara, bazen de halkın içinden seçtikleri insanlara yaptırırlar. Dünya medyasının karşısına çıkıp da o mesajları veren kişinin kim olduğu önemli değildir, ister bir kukla olsun; ister masum ve samimi ve sıradan bir insan.. Önemli olan dünyaya bu mesajın verilmesidir.


''Dünyanın süper güçleri ve Birleşmiş Milletler sizleri önemsiyor ve kötü giden her şey için bir çözüm arayışında...''


İşte böyle düşünmenizi isterler.

Ama bizler dünyanın en zengin ülkelerinin, refah seviyesi en yüksek olan ülkelerinin, en demokratik ve en yaşanılabilir ülkelerinin; aslında dünyanın her yerindeki savaşları birinci elden finanse eden ülkeleri olduklarını fark etmediğimiz sürece, bir avuç aptal olarak yaşayıp, bir avuç aptal olarak ölecek ve gömüleceğiz.


Malala olayına dönersek eğer..
Bildiğiniz gibi Taliban, Afganistan ve Pakistan civarlarında oldukça faal. Tıpkı Işid gibi, kendilerine ''Müslüman ordusu'' lakabı takmış bir avuç kansız embesilden oluşuyor. Rus-Afgan savaşında Amerika'nın birebir organize ettiği, silahlandırdığı bir örgüt Taliban. Tıpkı Usame Bin Ladin gibi, Ruslarla savaşmak için bölgeye sürülmüş ve silahlandırılmış, genelde ABD çıkarlarını korumakla yükümlü yüzlerce örgütten yalnızca bir tanesi. Tabi Rus savaşı bitince, Amerika Afganistan'a girip dünyanın en büyük uyuşturucu yataklarını eline geçirmiş ve milyarlarca dolar ekstra bir gelir elde etmişti. Taliban da rolünü oynayıp, işgalden sonra anti-Amerikacı oldular.


Taliban o bölgede silahlı bir örgüt olduğu için, silahlarına dayanarak bazı dayatmalar yapıyor malumunuz olduğu üzere. O dayatmalardan bir tanesi de kız çocuklarının okula gitmesini yasaklamak. Senaryo tanıdık geldi mi? Bir Işid vakıası daha..


Malala da, kız çocuklarının eğitiminin yasaklanmasına karşı çıkan gencecik, ufacık, tefecik bir kız. Bir blog sayfası var ve bu konuda yazılar yazar. Çocukların eğitim haklarının ellerinden alınamayacağı, eğitimin önemi tarzı şeyler. Yazdığı yazılar nasıl olduysa epey bir dikkat çeker ve önce 2011'de ülke çapında ''Pakistan Ulusal Barış Ödülü'' alır, daha sonra BBC ve New York Times kendisi ve yazılarıyla ilgilenmeye başlar.


Bundan bir yıl sonra okula giderken yüzünden ve başından vurulur ve tedavisi için İngiltere'ye götürülür. Bütün masrafları İngiltere tarafından karşılanır. Hatta Obama bile çıkıp bu olayı kınar. Bundan iki yıl sonra da Nobel Barış Ödülü'ne layık görülür.


Devam eden sürede de Birleşmiş Milletler, kendisini bir konuşma yapması için davet eder ve bu genç kız Birleşmiş Milletler'de bir konuşma yapar.


Konuşma tahmin edebileceğiniz gibidir. Doğru yerlere vurgu yapılan, güzel ve anlamlı seçilmiş kelimelerin kullanıldığı, derin bir konuşma. Hatta Birleşmiş Milletler 10 Kasım'ı ''Malala Günü'' ilan eder.


Benim inancım o ki, Malala gerçekten de halkın arasından bir çocuk. Duygu ve düşüncelerinde de oldukça samimi. Ki öyle olmaması için bir sebep yok. Zaten benim burada konuşmak istediğim şey Malala'nın kendisi değil. Benim konuşmak istediğim şey, Malala'nın da tıpkı bugüne kadar ortaya bir şeylerin savunucusu veya çok acı çekmiş biri olarak çıkıp, dünyanın gözü önünde bir şeyler söyleyip, sonra da uğruna savaş verdiği her şeyin aynı dünya tarafından unutulması.


Zira onu dünyanın karşısına geçirenler, aslında onun karşı olduğu insanlar. Bunun farkında mı bilmem. Ama maalesef öyle. Dünyanın bir tarafını sömüren ve ürettikleri ve pazarladıkları silahlarla sürekli olarak savaşlar finanse edenler, ve dünyayı da bu konuyla ilgilendiklerini söyleyerek yıllardır oyalayan insanlar; Malala'ya Nobel ödülü veren, onu Birleşmiş Milletler'de konuşturan ve onu saraylarında kabul eden insanlarla aynı kişiler.


Amaç dünyadaki kötülüklere, adaletsizliğe, cinayetlere ve sömürüye dikkat çekmek falan değil. Bu olayın yalnızca iki amacı var;

Birincisi; dünyaya tüm bu haksızlıklara karşı mücadele verdiklerini göstermeye çalışmak. Duyarsız olmadıklarını, tüm bu kötü şeylere karşı bir şeyler yapmaya çalıştıklarını anlatmaya çalışmak.

İkincisi de; Kendi ürettikleri silahlarla silahlandırdıkları terör örgütleriyle savaşma bahanesiyle, bölgede olabildiğince fazla durmak. ''Bize ihtiyacınız var çünkü sizi kötü kalpli teröristlerden koruyoruz'' mesajının kullanılabilirliğini olabildiğince uzatmak.


Birçoğumuz dünyadaki tüm o adiliklere karşı bir şeyler yapmak, bir ses çıkarmak, harekete geçmek, insanlarda farkındalık uyandırmak, dünyaya bunu duyurmak isteriz. Birçoğumuz tanımına girenlerin yaklaşık %95'i de, bunu Nobel ödülleriyle, Birleşmiş Milletler'de veya dünya medyasının öününe geçilerek yapılacak bazı konuşmalarla, ABD başkanları veya İngiltere kraliçelerinin huzuruna çıkmakla başarılabileceğine inanır.


Fakat ironi odur ki, sisteme karşı bir şeyler yapmak isteyen insanlardan yaklaşık %95'i koskoca bir yanılgı içindedir. Bunlar yalnızca tersine mantıkta bu düşüncedeki insanlara verilen ufak figüran rolleridir.


Lakin Ousmane Sembene gibi ortaya çıkar, ödül törenlerine gider, dünya kameralarının karşısına geçer ve tüm dünyanın önünde kendinize layık görülen bu prestijli ödülleri reddederseniz ve bunu da çok etkili bir konuşma ile yaparsanız, işte o zaman istediğiniz yere, istediğiniz gibi bir ilgi çekmiş olursunuz.


''Ben buraya siz masum görünümlü katilleri eleştirmeye, size nefret kusmaya geldim. Siz katillerin bana verdiği bu ''sus ve bizim için çalışmaya devam et'' ödülünü alırsam, inandığım ve savaştığım şeylerin ne anlamı kalır? Ödülünüzü de, yüz yıldır getirmeye söz vererek dünyayı oyaladığınız barışınızı da, demokrasinizi de istemiyoruz. Eğer gerçekten dünyadaki bu pisliklerle mücadele ettiğinizi göstermek istiyorsanız, ürettiğiniz silahları kimlere sattığınızın makbuzlarını ve banka hesaplarını tüm dünyayla paylaşın. Ya da daha iyisi, madem barış istiyorsunuz, silah üretmeyi bırakın. Kendi sığ düşüncelerinize göre ürettiğiniz özgürlük ve bağımsızlık anlayışınızı, bir sömürü aracı olarak kullandığınız barış ve demokrasi kavramlarınızı alın ve kıçınıza sokun!''


Tarzı bir konuşma çok daha işe yarar emin olun. En azından kendilerine karşı savaştığın bu takım elbiseli teröristlerin sana verdiği ödülü ve parasını kabul etmemiş olur ve en azından kendinize ve davanıza karşı dürüst olmuş olursunuz. İnandığınız ve savaştığınız şeyleri, savaştığınız ve karşı olduğunuz adamlar tarafından önünüze sürülmüş bir popülerlik ve maddiyat uğruna satmamış olursunuz. Ki ilk adımda da bizim önce, idealleri ve inançları uğruna her şeyi reddedebilen insanlara ihtiyacımız olacaktır.


Kapitalizmi eleştirip de banka reklamlarında oynayan, emperyalizmi eleştirip de emperyal güçlerin eylem silahı olan, savaşı eleştirip de o savaşı finanse edenler tarafından ödül alan insanlara ihtiyacımız yok; çünkü onlardan milyonlarca var.


Keşke bu iyi niyetli güzel kızımız da veya ailesi de bunların farkında olabilseydi de, eline bu kadar imkan geçmişken, tüm bu sistemi kökünden eleştirebilseydi. Daha on yedi yaşında bir kız kendisi, ondan bu kadarını beklemek fazla cür'etkarlık olabilir belki de. Ama yazının başında da dediğim gibi, benim konuşmak istediğim şey Malala değil; onun içine düştüğü, hepimizin içine düştüğü bu sistem.


Ama elbet gün gelir, dünyanın en büyük mafyası ve teröristleri olan bu süper güçleri, tüm dünyanın önünde rezil edecek, onlarla hem alay edecek, hem de her gerçeği suratlarına bir Osmanlı tokadı gibi indirecek insanlar olur. Ki olacak. Belki bizler olamayız ama, çocuklarımız olabilir inancıyla, onları böyle yetiştirmeliyiz. Çünkü biz olmazsak çocuklarımız, onlar olmazsa da onların çocukları bunu yapacaklar. Yani yine her şey bizimle başlıyor. Nasıl bir nesil yetiştirdiğimizle..


Çocuklarımızın veya torunlarımızın bu heriflerin suratlarına tükürmesi ve ''ödülünüzü alın bi tarafınıza sokun!'' diyebilmesi dileğiyle...

Saygı ve selamlar..

26 Aralık 2014 Cuma

TUĞÇE KAZAZ İLE


Esselamu aleyküm.

Merak ettiğim bir iki diziden başka, televizyon dünyasıyla ve de özellikle magazin dünyasıyla neredeyse hiç ilgim ve alakam yoktur. Zira magazin dünyası denilen o kavram hakkında görüşlerim de hepinizin malumudur. Magazin kavramı, televizyona çıkarıp ünlü ettikleri insanlara verdikleri hayat tarzını, topluma aşılama aracıdır. Böylece kafamızı çevirdiğimiz her yerde karşımıza çıkan o reklam, dizi ve film yüzlerinin hayatlarının her anında kameraların peşlerinde olduğunu görür ve sonunda da şöhret olma, tanınma, sevilme, popüler olma güdümüze yenik düşeriz. Kısacası onlar gibi olmak isteriz.


Bunun sonucu olarak da bir ülkedeki ünlüler ne giyerse, toplumda onlar gibi giyinmeye başlayan insanlar ortaya çıkar.

Aslında birkaç adım geriye gidersek; tüketime dayalı sistem, önce bir ürün çıkarır. Çıkarılan bu ürünün satması için de pazarlamaya yani reklam edilmeye ihtiyaçları vardır. En büyük reklam araçları da ünlü yüzlerdir. Çünkü bu işi yapan adamlar bilirler ki, toplumun rol modeli ünlülerdir. Bu yüzden bu ünlü yüzlere reklamı yapılması istenen şeyler giydirilir. Böylece istenilen reklam, yani ürün tanıtma ve pazarlama işlemi gerçekleşmiş olur. Bu da ürünü sattırır. Satan ürün sistemin yürümesini sağlar.


Ama tabi burada, ipin ucunu kaçırmış ve kavramlar, sorunlar ve çözümler kafasında iç içe girmiş bir takım bunalımlı insan güruhu gibi konuşmak istemiyorum. Zira satılan veya reklamı yapılan her ürün dünyadaki sömürü sistemine destek oluyor demek değildir bu. Sen kendi markanı ortaya çıkarırsın, kendi modanı, kendi kültürünle kaynaşmış olan şeyleri üretirsin, bu seni sistemin çarklısı yapmaz; tam tersine onun rakibi yapar.


Kısacası herkesin ağzına sakız olan şu kapitalizm ile savaşmak, hiçbir şey tüketmemek anlamına gelmez. Bilakis, onunla savaşmak üretmek anlamına gelir.


Her neyse.
Konumuza dönelim.

Hakkında çok bilgiye sahip olmasam da, herkes gibi ismini duymuşluğum vardı Tuğçe Kazaz'ın. Lakin içinde bulunduğu camiaya mensup olan insanların %90'ının nasıl kafa ve hayat yapılarına sahip olduklarını bildiğim için, kendisi hakkında olan görüşüm de onlardan biri olabileceği idi. Yani içki içmenin, uyuşturucu kullanmanın, kendilerini teşhir etmenin özgürlük olduğuna inanan; hayattaki amacı yalnızca eğlenmek olan insanlardan bahsediyorum.


Birçok model ve oyuncu tanıdım bugüne kadar. İçlerine, ortamlarına girdim. Hayat tarzlarını, kafa yapılarını gördüm. Benim dibe vurup, sonradan bir arayışa girmemdeki en etkili faktörlerdendir hatta bunlar. Çünkü bir noktadan sonra, hayatta hiçbir amacı olmayan yüzeysel samimiyeti kendilerine hayat felsefesi edinmiş insanlarla aynı ortamda olmamam gerektiğini anladım. Birçok sefer, ''benim bu insanların yanında ne işim var?!'' diye sordum kendime. Çok şükür, cevabını da buldum;
''Hiçbir işim yok.''


Geçenlerde Ülke Tv'deki ''Esra Elönü ile Arafta Sorular'' programına gözüm çarptı. Arada da bakarım zaten, bazen dinlemenin ilginç olacağını düşündüğüm konuklar oluyor çünkü. Lakin mankenlerin kafa yapısından pek hoşlanmadığımdan genelde pek dinlemem. Tuğçe Kazaz da bildiğim kadarıyla Türkiye güzeli idi.


Fakat bu aralar hakkında epey bir haber yapıldığından, ve konuşmalarının bazı küçük bölümlerini netten izlediğimden, ilginç olabileceğini düşündüm. Kendisinin daha önce Hristiyanlığı seçtiğini duymuştum, çünkü medyamızın neredeyse tamamı batı menşeili olduğu için, ülkede ünlü bir insanın Müslümanlığa geçtiği asla haber yapılmazken; Hristiyanlığa geçişi tüm ulusta manşetten verilir. Ki bu da bir diğer reklam taktiğidir.


Programının sonuna denk geldiğim için, netten en baştan izlemeye karar verdim. Aynı programa birkaç ay önce de katıldığını görünce, dedim şunu da izleyeyim bari. Ve iki programı ard arda izledim. Yaklaşık 3 saat boyunca, tek bir saniye sıkılmadan. Ve kelimenin tam anlamıyla gerçekten şok oldum. Çünkü karşımda, o camiaya girip de kendisini bu kadar eğitebilmiş ve en önemlisi de kendisini tam anlamıyla İslam'a verebilmiş birini asla beklemiyordum.


Beklemiyordum çünkü, Hristiyan olduğuna dair yurt çapında haber yapılan Tuğçe Kazaz'ın, tekrar Müslüman olduğuna dair tek bir haber yapılmamıştı. En azından bu kadar yankı uyandırmamıştı. Hatta biraz araştırma yapınca gördüm ki, Hristiyan olduğunda ses soluk çıkarmayan ve ''özgür irade, inanç özgürlüğü'' gibi kavramları çokça diline dolayan o insanların, Tuğçe Kazaz Müslüman olup, bugüne kadar Türkiye'de İslam'a karşı olan bu sistemi eleştirmeye başlayınca, o dillerine şiar edindikleri ''özgürlük, inanç özgürlüğü, fikir özgürlüğü'' mavallarını unutup, kendisine yüklenmeye ve hakaret etmeye başladılar.


Programa dönersek eğer, yaklaşık üç saat boyunca ciddi anlamda inanılmaz derecede keyif aldım. Söylediği her bir kelime, savunduğu ya da karşı çıktığı, ya da eleştirdiği şeyler, hatta susmayı tercih ettiği konular bile beni o kadar etkiledi ki, program hiç bitmesin dedim. Hatta iki programının tamamını bilgisayarıma indirdim ve en sevdiğim kaliteli programların arasına ekledim.


Benim için her ama her insanın görüşü veya hayatı önemli. Sokaktaki hiç tanımadığım insanın da, yıllardır tanıdığım insanların da, mesajlaştığım ama yüz yüze tanımadığım takipçilerimin de. Lakin hayatın çok daha farklı algılandığı, çok daha başka yaşandığı böylesi bir ortamın içinden çıkıp da, 180 derecelik bir dönüş yaparak, bunca zaman anlamlı sandığı hayatının aslında tamamen anlamsız olduğunu kabul etmek ve toplumca bir ön yargıya sahip olunan bir tarafa geçmek, en zor işlerden biridir emin olun.


Bugüne kadar inandığı şeylerin bir anda aslında tamamen yalan olduğuna inanmanın ne kadar zor olduğunu söylerim ya ben hep, işte Tuğçe Kazaz bunu başarmış. Bugüne kadar sahip olduğu hayatı, bugün eleştirebiliyor. Bugüne kadar kapitalist sistemin kendilerine öğrettiği özgürlük anlayışının aslında bir kölelik modeli olduğunu anlayan ve en önemlisi bunu itiraf eden çok ama çok ender insanlardan bir tanesi olarak gördüm kendisini.


Ve ciddi anlamda araştırdığı ve yapmayı planladığı bunca şeye hayran kaldım. Bugün yıllardır camiye giden, beş vakit namazını camide eda eden birçok insandan daha fazla bilgiye ve birikime sahip olduğunu söylemem lazım. Çünkü konuşurken söylediği şeyler ve verdiği örnekler bunun en güzel kanıtı.


Umarım kendisiyle yüz yüze de konuşma, görüşme fırsatımız olur. Zira boş insanların boş meşgalelerinden bıkmış usanmış biri olarak, içi dolu olan, bir amacı ve fikri olan insanlarla konuşmak benim için hayatta yapılacak en güzel şeylerden bir tanesi.

Bu arada sizlere iki programın tamamını vereyim. İzlersiniz.
Bu birinci program;


 Bu da ikinci;

Namaz kılmaya bile başlamış ve bununla birlikte sahip olduğu bazı bel ve boyun ağrılarından kurtulduğundan bahsetti. Lakin daha önemli olan, ''Namaz nedir?'' sorusuna verdiği cevaptı benim için. Kırk yıllık dindar geçinen Müslümanın yapamayacağı tanımı yaptı çünkü. Ki bugün hala namazı günde beş kez eğilip kalkmaktan ibaret gören, anlamını ve ruhaniyetini bilmeyen veya yıllar önce unutmuş olan, ya da telefonu çaldığı için namazı kısa kesen insanlar var.


Orada yaptığı bazı açıklamalar, tam anlamıyla bana tekrar ilham verdi bir şeyler için. Unuttuğum birçok şeyi hatırlattı. Umarım hepimiz, her birimiz; her birimize bir şeyler için ilham verebilir ve unuttuğumuz şeyleri hatırlatabiliriz. Eğer olur da kendisiyle konuşma fırsatım olursa, bunlar konuşacağım ilk konular olacaktır. Ki sizi de haberdar ederim.


Bugüne kadar neyi nasıl yaptığınız, ne kadar yanlış yaptığınız önemli değil. Önemli olan ilk adım, öncelikle bunun yanlış olduğuna karar verebilmek, bunu anlayabilmek, ya da anlama çabasına girmek. Bugüne kadar inandığımız ve uğrunda mücadele ettiğimiz her şeyin, ya da birçok şeyin aslında koca bir yalandan veya bir yanılsamadan ibaret olduğunu kabullenmek, nefislerimize, kibrimize ve egolarımıza çok ama çok gelecektir. Kimse kolay olduğunu söylemiyor. Hatta bilakis ben buradan sizi zor olanı seçeceğiniz konusunda uyarıyorum.

Ve yazımı Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti ile bitirmek istiyorum;

''Şüphesiz her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.'' İnşirah,5

Selamlar, saygılar..

25 Aralık 2014 Perşembe

HO HO HOOUU ''VOLUME II''


Esselamu aleyküm canlar, ciğerler ve de ciğersizler, ya da ciğer yemeyi çok sevenler..

2014'e girerken yazmıştım yazının birinci kısmını, geçen sene bugünlerde. Elime yapışacak değil ya, her senenin sonunda, bir diğer yıla girerken yazarım artık. Çünkü tepkimi ve hissiyatımı diri tutmak istiyorum. Size de bir şeyler hissettirebiliyorsam ne mutlu bana, zira maksat hasıl olmuştur benim için.


''Kim ne kutlarsa kutlasın'' moduna girmeyin hemen. Biz de elbette kimin neyi nasıl kutladığına karışacak değiliz, herkes neyi nasıl isterse yapabilir. Yalnız benim tepkim ve bizlerin tepki göstermesi gereken yegane şey şudur ki; bu gibi yurt dışından ithal kutlamalar bize kendi kültürümüzü unutturuyor. Ve sonunda da öyle bir nesil yetişiyor ki, kurban bayramında ''hayvan kesmek cinayettir!!'' diye sokaklarda bağırıp; yılbaşında hindi kesilmesine ses çıkarmıyor, hatta ve hatta yılbaşı kutlamayanları da geri kafalı addediyorlar.


1000 yıldır Müslüman toprağı olan bu topraklarda; Müslümanlar, Müslümanlıkları yüzünden aşağılanmaya başlamışsa, orada Müslümanlar bağımsızlıklarını kaybetmişler demektir.


Son bir yılımın neredeyse tamamını yabancılarla geçirdim. Özellikle Amerikalı, Kanadalı ve Avustralyalılar ile.. Son birkaç ayda ise birçok Libyalı ve Suriyeli ile tanışma fırsatım oldu. Bu iki farklı coğrafyadaki farklı insanlardan çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Bir batılı ve bir doğulu dünyaya, hayata ve insanlara nasıl bakar bunu görmüş oldum. Hatta bunu görüntülü olarak sizlerle paylaşmayı düşünüyorum yakın zamanda.


Konuyla alakalı bölüme gelecek olursak eğer, batılı arkadaşlarımın dikkatini çeken şeylerin başında Türkiye'deki Noel kutlamaları geliyor. Hatta geçenlerde onlardan bir tanesi, bizzat gelip kendisi sordu bana; ''Tuhafıma giden bir şey var, neden Türkiye'de Noel kutlanıyor?''

Ben de işi bildiğim için; ''Neden tuhafına gidiyor peki?'' dedim.

Cevap şuydu; ''Christmas Hristiyanlıkla alakalı bir şey de ondan. Hristiyan olmayanların bunu kutlaması çok saçma geldi bana...''

Tanesi 10 bin dolardan Noel baba heykelleri, yok hacı burası Los Angeles değil; Kadıköy

Yani dışarıdan bakınca gerçek anlamda birer geri zekalı ve orjinalin yan sanayisi insanlar olarak görülüyoruz işte. Adamlar bu ülkedeki Noel kutlamalarına bir türlü anlam verebilmiş değiller. Lakin bizim batı özentisi, batı çakması olan elitlerimizin ve batı çakması ve taklitçisi olarak kurulan bu cumhuriyetin zoruyla, yıllarca kendi bayramlarımızdan daha değerli hale getirildi bu tür kutlamalar.


Aslında eleştiri getirmek istediğim başlıca iki yer var benim. Birincisi Müslümanlar, ikincisi de lafa gelince emperyalizm ve kapitalizm karşıtı geçinip; icraata gelince en emperyalist ve en kapitalist olanlar.


Müslümanın Noel kutlamasına, günümüz çağdaş ve modern Müslümanlardan elbette cevaz gelecektir. Çünkü günümüzün o çağdaş ve modern Müslümanları, binlerce yıllık İslam dinini sadece kendileri anlamışlardır. Ayrıca bunlar da çağın gerekleridir. Yani onlar için bir şeylerin doğru kabul edilmesi, o şeyi yapan insanların çokluğuyla ölçülür. Eğer yanlışı yapan insan sayısı çoksa, bunu yapmakta sıkıntı yoktur. Çünkü artık bu, çağın bir gereği olmuştur. Ayrıca herkes yapıyordur. Lafa gelince koyunluktan dem vurup da, icraata gelince herkesin yaptığı için bir şeyleri yapan, herkes inandığı için bir şeylere inanan beyin özürlü, hipnoz edilmiş idiotlara buradan selamlar olsun.. Alemsiniz cnm yhaa...


''Müslüman neden Noel kutlamaz?'' derseniz eğer, ben de size ''Tavukları pişirmişem, hacıyı da çarşıya göndermişeeem'' derim elbette.

Şaka bir yana, gelin bunu bir kez daha konuşalım.


Bugün Christmas, yani Türkçe'ye çevrisiyle Noel. Aralık ayının 25'i, Hristiyanlarca Hz. İsa'nın doğumu olarak kabul görülüp kutlanılır. Beş gün sonra da, altıncı günün sonunda yeni bir yıla giriş kutlanılır. Şimdi ''iyi de biz Hz. İsa'nın doğumunu değil, yeni yıla girişi kutluyoruz'' diyenler var bu ülkede, biliyorum. Bir tanesi de bir zamanlar benim öğretmenimdi hatta.


Müslüman kardeşim, senin yeni yılın miladi yılbaşı değil; hicri yılbaşıdır. Öncelikle şunu aklının güzel bir köşesine sok. Bu ülke 1925 yılının 26 Aralığından itibaren miladi takvimi kullanmaya başladı. Miladi takvim, adı üzerinde, Hz. İsa'nın doğumunu esas alan, bunu milat kabul eden Hristiyanların takvimidir. Yalnız daha önce üzerinde epey bir durduğum Hristiyanlık, Mitoloji ve Paganizm meselesinde gördüğümüz gibi, bu tarihler aslında paganizmden gelen tarihlerdir. Güneş ve dünyanın hareketlerine dayanan bu pagan tarihleri, Hz. İsa'nın doğumu, ölümü gibi isimlerin arkasına gizlenmiş pagan inançlarıdır.


Hristiyanlar da bu tarihleri Hz. İsa'nın doğumu olduğuna inandıkları için kutlarlar. 25 Aralık'taki Noel de böyledir, yılın son günü olan 31 Aralık da böyledir. Ve bu kutlamalar Hristiyanlıkta artık bir şiar halini aldığı için, ayrıca bunlar şirk merasimi oldukları için, bu merasimlere eşlik etmek de şirk merasimlerine eşlik etmektir. Yani adamların dini bayramlarını bile taklit etmek ne demektir Allah aşkına şunu bir düşünün ya.. Senin yeni yılı kutluyoruz dediğin yıl da bu adamların yılı zaten. Takvim bu adamların takvimi. Lakin bize bir şeyler oldu, 1926'dan itibaren miladi yılbaşı kutlamalarına başladık..

Merry Christmas...? Sanırım pankart sürçmesi...Onlar sadece yeni yılı kutluyo..
İşgalden kurtulmuşuz bir de..
Kafalar Hristiyanlaştıktan sonra işgale ne gerek var?
Senin asıl düşünmen gereken şey, kafanı kimlerin Hristiyanlaştırdığı..


Şimdi emperyalizm ve kapitalizm karşıtı geçinen o yaralı, depresyon stayla arkadaşlara ufaktan değinelim.

Birilerinin senin kafana soktuğu düşünceye göre, sen Noel'i değil, yeni yıla girişi kutluyorsun. Peki kafana taktığın o Noel Baba şapkası nereden geliyor acaba? Ya da süslediğin çam ağacı? Ya da o gün yediğin hindi? Bana bunların hiçbiri olmadan yapılan bir tane yılbaşı kutlaması gösterebilir misin?


Bence de gösteremezsin.
Çünkü sen kendini, kendi egon ve kibrin ile öylesine kandırdın ki bugüne kadar, şunları düşünmedin bile. Yalnızca kendine ''ben sadece yeni yılı kutluyorum'' diye hayali ve ucube bir savunma mekanizması oluşturdun. Ve ne kendin bunu sorguladın yıllarca, ne de kimsenin sorgulamasına izin verdin. Çünkü en ufak bir sorgulamada, savunduğun şeyin tamamen yıkılacağını çok iyi biliyordun.


Yılbaşında hediye alıp vermek de bir Hristiyan geleneğidir, unutma. Ve bize yıllarca okullarda bunu yaptırırlardı, hatırlıyorum şimdi. Çekiliş yapardık, herkese kimin ismi çıkarsa ona hediye alırdı yılbaşı için. Bunu hala yapanlar var elbette. Sadece yeni yılı kutladığını söyleyen bir gavat var ya oralarda bir yerlerde, hah işte o da yapıyor bunu. Onu gördüğünüz yerde ''tyler sana selam çaktı lan mal hahahuhaa :-))))'' deyip uzaklaşın.


Kapital ekonominin de bu gibi kutlamalara ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünürsek, bu sığırlar hayatlarında inandıkları her şeyin aslında tersini yapıyorlar demektir. Hem kültür emperyalizmi, hem de ekonomik emperyalizm. Bu da eşittir kapitalizm.


Etrafındaki her arkadaşın kutluyor diye, bu kutlamayı görmezden gelemeyen, dışlanmaktan veya bir şeylerden geri kalmaktan korkan; sonra da kendini anti bilmem ne diye tanıtan insanlar kadar iki yüzlü kim olabilir? Eğer inandığın ve savunduğun şeyler uğruna dışlanmaktan, tek kalmaktan korkmuyorsan, ne inanıyorsun, ne de bir şeyler savunuyorsun demektir arkadaşım.


Bana inandığın ve savunduğun şeyler uğruna vazgeçtiğin şeyleri söyle. Ha eğer söyleyecek bir şeylerin yoksa, gölge yapma gözünü seveyim. Çünkü benim bu dünyada, bu düzende karşı olduğum ilk şey kapitalistler veya emperyalistler değil; karşı olduğum ilk şey kapitalizm, emperyalizm, siyonizm, ırkçılık, sömürücülük gibi kavramların hepsine karşı olduğunu söyleyen, ama farkında olmadan ya da sorgulamadan onu savunanlardır. Önce ''kahrolsun kapitalizm''cilerdir benim düşmanım. Sonra asıl kapitalistlerdir. Bankalardır. Hükumetlerdir. Kanunlardır, yasalardır. Önce ''tam bağımsız Türkiyeee'' diye bağıranlardır benim düşmanım. Sonra bu vatanın bağımsızlığını satanlardır.


Çünkü ben önce düşmanımı bilmek, tanımak isterim. Ben düşmanımı karşımda isterim, yanımda değil.

Safınızı, kendinizi ve düşmanınızı bilmeniz, tanımanız dileğiyle...