31 Ekim 2014 Cuma

TESADÜF - TEVAFUK


Selamın aleyküm.

Konuya girmeden önce, konuya uygun bir soundtrack vereyim sizlere, fon müzüğü olarak güzel gider;


Kafamızdaki kavramların, düşünce ve fikirlerin ve tabii buna bağlı olarak kullandığımız kelime ve deyimlerin de değiştiği, tahrife uğradığı bir zamandayız. Gündelik kullandığımız dilin içine öyle şeyler yerleştirildi ki, bizler kullandığımız kelime ve deyimlerin ne olduklarını sorgulamadan kullanır olduk.

Ama Müslüman, sorgulayan insandır.
Kur'an sürekli olarak; ''Hiç düşünmez misiniz? Akıl etmez misiniz? Hiç tefekkür etmez misiniz? Akıl sahipleri için öğütler vardır...'' der. Peygamberliğin son halkası olan Resulullah Hz. Muhammed S.a.v. de; ''Bir anlık tefekkür, bin yıllık nafile ibadetten evladır.'' der.


Bu da demek olur ki; Müslüman tefekkür eder, düşünür, araştırır ve sorgular.

Yaptığı her şeyi, söylediği her sözü sorgular, ''acaba bu yaptığım ve söylediğim İslam'a uygun mu?'' der, düşünür, tartar ve öyle fiile döker. Çünkü bilir ki; iman ile küfür, hak ile batıl birbirinden kesin ve çok kalın bir çizgiyle ayrılmıştır. Fakat ağızdan çıkan bir söz seni Mümin de eder, kafir de. Ve şunu da bilir ki; söylediği her kelime sözden ve yaptığı her işten hesaba çekilecektir.

Bizden sonraki nesiller, bizleri ''Müslümanların bile kafirce düşündüğü, onlara uyduğu, özendiği ve onlar gibi yaşadığı bir dönemin insanları'' olarak anacaklar. Çünkü bizler, İslam yeryüzüne indiğinden bu yana hiçbir Müslümanın, hatta hiçbir insanın olmadığı kadar köle hale getirildik. Fiziksel köle olmayı başımızın üstüne koyacağımız bu dönemde, beyinlerimiz köleleştirildi.


Nüfus kağıtlarımızda Müslüman ibaresi yer almaya devam ederken, İslam ile alakamız da yine nüfus kağıtlarımız oldu. Giyinişimiz, konuşmamız, ahlak düzenimiz, düşünce ve fikirlerimiz, en önemlisi de inançlarımız tamamıyla sistemin sahipleri tarafından belirlendi. Biz, sistemin sahiplerine bile isteye köle olduk. Tek kötü tarafı da bu.


Örneğin ağzımıza alıştırılan, lakin bizim inandığımız şeylerle taban tabana zıt olan kelimelerden biri ''tesadüf''' kelimesidir. Yolda karşılaştığımız bir arkadaşımıza ilk söylediğimiz şey; ''aa ne tesadüf :)'' tür. Ya da iki kişi aynı şeyi söylerse, bunun adı yine tesadüf olur.


Fakat gelin görün ki, tesadüf kelimesi ateizmin şiar kelimesidir. Ateizm, inancının tüm temelini tesadüf kavramı üzerine kurmuştur. 1800'lü yılların sonunda başlayan ateizm furyası, 1900'lü yılların ortasında altın çağını yaşamıştır. Ve ne yazık ki, içinde bulunduğumuz bu yeni çağın düzeninin temeli de 1900'lü yıllarda atılmıştır.


Bu sebeple de şuan kullandığımız kelimelerin, deyimlerin tamamına yakını da bu zamanda ortaya atılmış ve bilinçli olarak yaygınlaştırılmıştır.


Tesadüf kelimesine ya da kavramına geri dönecek olursak;
Bu kavram temelde, bir yaratıcının var olduğuna ve her şeyin bu sebep doğrultusunda bir plan ve sisteme sahip olduğunu düşünen insanlara bir karşıt düşünce olarak ortaya atılmıştır.

Kavramın temelindeki fikir, hiçbir şeyin bir planının olmadığı, bir sisteme sahip olmadığı, kainattaki her şeyin plansız, rastgele şeylerden oluştuğudur. Onlara göre olan her şey tesadüftür. Hiçbir şeyin izlediği sistematik bir yol olamaz.

Örneğin Güneş ve Ay'ın hareketleri hesaplanabilir. Hesaplanabilen şey ise tesadüf olamaz.

İşte tam da burada İslam ile taban tabana çelişir.
Çünkü çağ Müslümanlarının raf kitabı olmaya mahkum olan Kur'an-ı Kerim'de, her şeyin yaratıcı olan Allah şöyle der;

''Gaybın anahtarları yalnız O 'nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.'' Enam,59


''Onun bilgisi ve izni olmadıkça tek bir yaprak dahi düşmez.'' diye bir ifade var.

Bu da demek oluyor ki, her şey bir plan ve sistem dahilinde ve Allah'ın emri doğrultusunda vuku bulur. Ve eğer her şey Allah'ın izni ve bilgisi doğrultusunda ise -ki öyle-, bu da ''tesadüf'' kavramını kökünden çökertmiş olur.


''Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'' bir ifade daha var.

Eğer kainatta olanlar hiçbir sistem ve plan olmaksızın oluyorsa, yani kısacası tesadüf diye bir kavram var ise, bunun herhangi bir yerde kayıtlı olmasının imkanı yoktur. Çünkü kaydedecek bir plan, bir şema yoktur. Fakat ''her şeyin apaçık bir kitapta olması'', dünyanın yaratılışından bu yana her şeyin bir kitapta olması -ki o kitabın adı Levhi Mahfuz'dur-, bu şeylerin zaten belirlendiğini gösterir.


Diğer yandan olayı tamamen bitirecek ve konuyu kapatacak şöyle bir ayet vardır;

''Şüphe yok ki, biz her şeyi bir kaderle yarattık.'' Kamer,49

Her şeyin bir kader ile, bir ölçü ve denge ile, yazılmış ve programlanmış bir şekilde yazıldığına dair apaçık ve üzerine yorum bile yapılamayacak bir ayet.

Allah her şeyi bir plana ve programa göre yaratmışken, vuku bulan olayları tesadüf kelimesi ile açıklamak ise İslam'la taban tabana çelişir. Dilimizde sokakta karşılaşılan kişilerin tesadüf kelimesini bu anlamda kullanmadıklarını varsayabiliriz, ama ben yine de tesadüf kelimesi yerine tevafuk kelimesini tercih ederim.


''Aman sanki biz o anlamda mı söylüyoruz biee!'' diyen kardeşim, sen o anlamda söylemesen bile söylediğin şeyin tehlikeli olduğu gerçeği değişmez. Sen o anlamda söylemiyor değilsin aslında, bilakis o anlamda söylüyorsun, tesadüf kelimesinin anlamını biliyor ve bu yüzden bu kelimeyi kullanıyorsun. Yalnızca bu kelimeyi ve kavramı sorgulamayacak kadar dininden, dini bilginden uzaklaştırıldın.


İki arkadaşın meydanda yürürken karşılaşmaları tesadüf değildir çünkü, bu rast gelmedir.
Siz evinizden belli bir plan ve program dahilinde çıktınız. Belli bir yol izlediniz, belli otobüslere bindiniz, belli bir güzergah izlediniz ve bulunduğunuz yere bu şekilde geldiniz. Tıpkı arkadaşınız gibi. Bu da bu olayın tesadüf olmadığının bir diğer açıklamasıdır, zira kimse evden ''dur bakıyım kendimi bi dışarı atıyım da bakalım nereye gidecem tesadüfen'' diye çıkmaz. Herkes gitmek istediği yere gitmek amacıyla çıkar. Bu kainatta tesadüflere yer yoktur. Hem dini açıdan, hem de bilimsel açıdan..

Yani iki kere iki neden dörttür desem, hiçbir aklıevvel ''tesadüfen öle denk gelmiş'' diyemez sanırım.

Bu manzara tesadüfen mi oluştu, yoksa bilimsel bi sebebi mi var ajeba?

Konunun diğer kavramı olan tevafuk ise, tam olarak anlatmak istediğimiz şeyi anlatan ''birbirine denk gelme'' manasına gelir. Allah'ın dilemesiyle birbirine denk gelmek demektir. Bu yüzden ben ''Allah bizi birbirimize denk getirdi'' anlamında olan tevafuk kelimesini, ''plansız programsız karşılaştık'' manasına gelen tesadüf kelimesine tercih ederim.


Tercih etmemin bir diğer sebebi de şudur ki, bu söylem artık günlük dilden çok fikirlerimizi etkiler hale gelmiştir. Çağın büyüsüne kapılarak her şeyde tesadüf arama çabası, ya da her şeye tesadüf diyerek işin içinden çıkma kolaylığı, bize fark ettirilmeden yine beynimiz, dilimiz ve imanımız üzerinde oynanan bilinçli ve programlı bir oyundur benim gözümde.


İslam uleması sokakta karşılaşıldığı zaman ''ne tesadüf'' denilmesini ''şirk'' olarak niteleyen Cebriye ve Selefiyeciler'in görüşüne karşı çıkmışlardır. Ki zaten bu fırkalar neredeyse her şeyi şirk olarak görürler. Burada amaç rast gelmeyi ifade ettiği için İslam ulemasının bu karara vardıkları sanırım aşikar. Şunu da atlamamak lazım ki, bu görüş günümüzdeki ateizmin henüz var olmadığı zaman dilimine aittir. Benim acizane görüşüm ise, günümüzde ateizmin şiar edindiği bu tesadüf kavramı yerine ''Allah'ın olmasını dilediği'' manasına gelen tevafuk kelimesi çok daha evladır.

Zira, ben inancım gereği her şeyin Allah'tan geldiğine iman etmişimdir. Bu noktada ise, günümüzün çağdaş kelimesi olan ''tesadüf'' yerine İslami bir terim olan ''tevafuk'' kelimesini kullanmayı, gerek çağdaşlara bir tavır, gerekse inandığım şeyi vurgulamak açısından uygun buluyorum.


Çünkü ayette çok açık bir şekilde ''her şeyi bir kaderle yarattık'' denilmekte. Her şey bir kader, bir takdir ve bir plan doğrultusunda yaratıldıysa; başıboşluk, dengesizlik ve plansızlık anlamına gelen tesadüf kelimesi, İslam ve Müslümanlar adına tehlikeli değil midir?


Demek istediğim şeyi Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi filminden bir sahneyle pekiştirmek ve öyle bitirmek istiyorum;


Evrendeki her ama her şey, küçük küçük parçaların bir araya gelmesiyle oluşan büyük bir plana sahiptir. Her şeyin bir amacı, bir yeri, zamanı ve planı vardır. Bu planlar büyük veya küçük olsunlar, bazen bir noktada kesişirler. Bu kesiştikleri nokta da ''tevafuk''lardır.


İslam uleması zamanında ateizm diye bir şey olmadığı için sanırım bu konu üzerinde fazla durulmamış olabilir. Zira o zaman insanların bu şekilde kullanmadıklarını tahmin etmek de zor değil. Lakin bugün kullanılan tesadüf kelimesi, artık bambaşka bir mana kazanmıştır.


Kainatta hiçbir şeyin başıbozuk, dengesiz ve düzensiz olmadığına inanan biz Müslümanların, ''tesadüf'' yerine ''tevafuk'' kelimesini ve içerdiği anlamı kullanmaları çok daha anlamlı ve doğru olur. Eğer bizler, her yerde fikir bazında mücadele halinde olduğumuz ateistlerin şiar kelimelerini kullanırsak, sonra da ''kainatta tesadüflere yer yoktur'' dersek, kendimizle çelişmiş ve davamızı hakkıyla savunamamış oluruz.


Çünkü beş dakika önce bir arkadaşınla kainatta tesadüflere yer olmadığı konusunda konuşurken, beş dakika sonra başka bir arkadaşını görüp ''aa ne tesadüf'' dersen, ''hani tesadüf falan yoktu?'' diye bir cevap alabilirsin.


Tabi burada bahsettiğim ince bir konudur. Ramazan veya bayram Müslümanları bunları önemsemeyebilirler haliyle. Ama bir şeye inanmak, o şeye dair tüm detayları bilmek veya araştırmak ile mümkün olur. Detay bilmezsen, inancın da amelin gibi yüzeysel kalır. Ve imanın yüzeyselleştikçe, amelin azalır. Amelin azaldıkça da imanın. Sonunda bir bakmışsın ''benim dedem hacı'' Müslümanı oluvermişsin..


İslam davasının ne olduğunu anlamak ve anlatabilmek dileğiyle..
Esselamu Aleyküm..

28 Ekim 2014 Salı

HİLAFET DÜŞERKEN


Cümleten selamın aleyküm.

Bu, sizlerle 100. buluşmamız.
Yüzüncü yazım, bu yüzyılın en önemli konusu olan Hilafet'in yıkılışına tevafuk etti.

Bu yüzyılın en önemli konusu Hilafetin yıkılışıdır çünkü, kurulan sistemin önündeki en büyük engel ortadan kaldırılmıştır. Ortadoğu ve diğer Müslüman coğrafyadaki ülkeler ve halklar, özgürlüklerini kazandıklarını sanırlarken, sahip oldukları en büyük birlik olan İslam Birliği yıkılmıştır çünkü. Ve İslam Birliği'ni yıkarsan, ortaya birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan, birbirini önemsemeyen 57 tane İslam ülkesi ve iki milyarlık bir Müslüman nüfusu çıkar.


Yüzyılın en büyük olayı olan Hilafet'in ilgası, bugün hala tartışma konusu ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü, bunu tartışanlar gayrimüslimlerden ziyade Müslümanlar. İçinde bulunduğu çağa öylesine ayak uydurmuş Müslümanlar var ki, dünya üzerindeki bütün Müslümanların ve Müslüman devletlerin birleşmedikçe, durmadan şikayet edip, yakınıp durdukları bu sistemin ortadan kalkmayacağını hala idrak edebilmeye muvaffak olamıyorlar.


Bakmayın siz sürekli yok ''sistem kötü, sömürü düzeni, siyonist sistem, kapitalist düzen...'' falan filan dediklerine, bu adamlar bizzat o şikayet ettikleri sistemin ekmeğini yiyen modern kölelerden başka bir şey değillerdir.


Bu gibi adamlar, Kur'an'daki ''Bölünmeyin!'' emrini yalnızca ''mezheplere bölünmeyin!'' olarak algılarlar çünkü. Ona karşı savaştığını söylediği sistemin kurduğu ulus devlet düzenine o kadar alışmış, o kadar benimsemiştir ki; İslam Birliği denince aklına ilk gelen şey acaba ulus devletlerine ne olacağıdır. Diğer bir taraftan 57 tane İslam ülkesiyle bir arada olamayacaklarına, bu kadar büyük bir coğrafyadaki ülkelerin hepsinin birlikte idare edilemeyeceğine inanır.


Fakat 25 milyon kilometrekare toprağa direkt olarak, dünyanın kalan tüm diğer coğrafyalarına da gönderdiği mektuplarla, elçilerle ve birliklerle, hiçbir teknolojik alet olmaksızın 600 yıl hükmeden bir devleti akıllarına dahi getirmezler. Şuanki teknolojik aletleri, iletişim ve ulaşım araçları hesaba katılınca bu işin ehil ellerde çok daha iyi bir şekilde yapılabileceği fikri, ne yazık ki bu gibi kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış olan insanların aklı almaz.


Her neyse.
Son Osmanlı'da Osmanlı'nın nasıl yıkıldığını, hangi amaç doğrultusunda yıkıldığını ve bize doksan senedir bağımsızlığımızı kazandığımız martavalının aslında ne olduğunu konuşmuştuk. Bu yazıda bilhassa Lozan'ı ve sonrasını konuşacaz inşallah. Zira üzerinde bulunduğumuz konunun asıl kilit noktası İsviçre'dedir. Lozan'da..


O zaman akbillerimizi hazırlayalım, gelen ilk otobüsle konumuza doğru yola çıkalım. Yalnız arkadan binme olmasın, sonra milletin akbilinin kaybolmasıyla falan uğraştırmayın beni. Otobüsümüz yaklaşık 120 bin kişiliktir. Herkes oturabilir.

1922, İsviçre, Lozan..


Harb-i Umumi yani I. Dünya Savaşı, 1914'de başlamış ve 1918'de sona ermişti. Geçen dört sene içinde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılılar, Osmanlı coğrafyasını tamamıyla işgal etmişlerdi. Balkanlar, Arap Yarımadası, Afrika, Kıbrıs, Kafkaslar...

Plan ise yüzyıl öncesinden belliydi; yeryüzünde kendilerine engel olan son imparatorluğu ortadan kaldırarak, yeni yüzyılın düzenini ulus devletler şeklinde kurmak. Bu yüzden işgallerin tamamı, ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.


Savaş 1918'de bitmişti. Fakat payitaht İstanbul tam da savaşın bittiği tarihte işgal edildi. Geçen yazıda dediğim gibi; Onlar bir yeri işgal ettiklerinde, arkalarında kendileri için çalışacak bir sistem, bir cunta kurmadıkça asla orayı terk etmezler. Önce işgal ederler, bir süre kalırlar, bu süre içinde eski sistemi tasfiye eder ve kendileri için çalışacak bir yeni cunta kurarlar, ardından da çekilirler. Halka ve dünyaya bölgede yenildiklerini ve bu yüzden çekildiklerini duyururlar. Çünkü yenilirlerse, kazananlar bağımsız olmuş demektir. Böyle düşünmelerini, buna inanmalarını sağlarlar. Ve onlar, bu insanlar kendilerini özgür sanırlarken yaptıklarını, işgal sırasında dahi yapamazlar.


İngilizler 1918'de girdikleri İstanbul'dan 1923'de çekildiler. Bu beş sene içinde bir tane savaş söz konusu değildir. Tabi bir de şunu unutursak tarihe ayıp ederiz; İngilizler gemilerle İstanbul'a vardıklarında, ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gelen bir grup vardı. Bu grup ''dostlarımız bizi kurtarmak için geldi'' diye limanda bayrak sallayarak, alkışlarla karşıladılar İngiliz gemilerini. Grubun ismi mi? Ha yabancı değil, bizim Jön Türkler..


Her neyse.
Tam beş yıllık bu süre içerisinde İngilizler Osmanlı Devleti'nin bütün üst düzey bürokratlarını ve askerlerini tutukladılar. Tabi o kadar zaman boyunca boğaz manzarası izleyip, adam tutuklamakla uğraşmadılar. Elbette ki bir sistem kurma arayışındaydılar.


1922 yılında, yeni kurulacak olan Türkiye Devleti'nin sınırları ve kuruluş şartlarının anlaşmaya bağlanması için Lozan'da toplanıldı. Henüz o tarihe kadar ne Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, ne halifelik kaldırılmış, ne de Osmanlı Devleti yıkılmış idi.


Yani şöyle bir düşünün, İstanbul neden savaş bittikten sonra işgal edildi?
İstanbul'da hala almak istedikleri ne vardı?
Tüm yeraltı kaynaklarını haritalarla belirlemiş ve buna göre işgal yapmışlardı.
Bize kalan toprak parçasında ise petrol falan yoktu.
İyi de ne vardı?
Neden savaş bittikten sonra tam beş sene kaldılar İstanbul'da?
İstedikleri şey çok açıktı; hilafeti yıkmak. Yıkmak için geldikleri birliği yıkmak, tarihe gömmek.


Bunun yanındaki tüm maddeler, şartlar ve anlaşmalar hep ikinci üçüncü plandadır. Boğazlar, yeni kurulacak devletin sınırları, tazminatlar falan filan.. Lozan'ın toplanmasının asıl amacı hilafeti resmen yıkmaktır. Dönemin İngiltere dış işleri bakanı Lord Curzon 'un  önderliğinde toplanan Lozan Konferansı, dünyada yeni bir çağın başlamasının tescilidir. Çünkü Curzon, hilafeti yıkmadıkları takdirde kurulacak devleti tanımayacaklarını söylemiştir.

Lord Curzon
Şimdi ben buradan bağımsızlıklarını kazandıklarını söyleyen, buna inananlara sesleniyorum;
Hangi bağımsızlık?
Bu adamların istedikleri her şartı kabul ettikten sonra, kuracağın devlet bağımsız mı oluyor, yoksa kukla mı? Ama henüz durun. Daha konuşacağımız çok şey var.


Şimdi size, aslında olayı daha yazının ortasında çözebileceğiniz bir kilit nokta söyleyeyim. Keza bu kilit nokta, her şeyin ama her şeyin açıklaması;
  • 20 Kasım 1922 yılında başladı Lozan Konferansı.
  • 24 Temmuz 1923 tarihinde sonlandı.
  • Türkiye Devleti 23 Ağustos 1923'de Lozan'ı kabul etti.
Fakat;

Henüz hilafet yıkılmamıştı.


Bununla beraber, konferansa katılan devletlerden;
  • İtalya 12 Mart 1924'de,
  • Japonya 15 Mayıs 1924'de,
  • İngiltere 16 Temmuz 1924'de,
  • Fransa 6 Ağustos 1924'de anlaşmayı kabul etmiş ve
  • Cemiyet-i Akvam'da da Eylül 1924'den itibaren resmen duyurulmuştur.
Şimdi elinize bir takvim alın ve dikkatinizi buraya verin;

Hilafet'in ilgası 3 Mart 1924'tür.

Yani yeni kurulan Türk devleti, hilafeti ilga etmedikçe, hiçbir devlet tarafından tanınmış değildir. 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet'i resmen kaldırdıktan sonra, tanınmalar arka arkaya gelmiştir. Çünkü Lozan Anlaşmasının asıl toplanış amacı ve birinci şartı olan Hilafet'in ilgası, söz verildiği gibi vuku bulmuştur. Hilafetin ilgasından yaklaşık yedi ay sonra batılılar Türkiye'yi resmen tanımaya başlamışlardır.


Konferansın Hilafet ile ilgili asıl ana maddeleri şöyledir;
  • Hilafet ortadan kaldırılacak,
  • Halife ve ailesi sürgün edilecek,
  • Halife ve ailesinin tüm mal varlığına el konulacak,
  • Türkiye, Hilafet'i desteklemek için yapılacak her türlü ayaklanmayı durduracak,
  • Türkiye İslam dini ile ilişkilerini tamamıyla kesecek,
  • Türkiye'nin yeni anayasası seküler (laik) ilkelere dayanacak ve İslami yasalara dayanan bir anayasa olmayacaktır.

Bunlar Lozan Konferansı'nın toplanmasındaki ana amaçlardı. Elbette bunun yanında bir sürü teferruat da yapıldı. Mesela; ''Türkiye Devleti'nin ilk on yılında eğitimi, ekonomisi ve hukuku İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı devletler tarafından denetlenecektir.'' gibi maddeler de var.


Bu maddeleri ve Lozan'ın İngiltere ve Fransa arşivlerinde nasıl yer aldığını tek tek belgelerle ve kaynaklarla görebilmek için size harika bir kaynak tavsiye ediyorum; Ahmet Anapalı'dan Masada Kaybedilen Vatan.


Lozan'ı ve Hilafet'in ilgasını bir de İngiliz ve Fransız arşivlerinden ve tarihçilerinden dinleyin.. O arşivlerde nelerin gizli olduğunu görün, çünkü bizim arşivlerimize hala bazı yasaklar nedeniyle erişemiyoruz. Ve Lozan'da ne dehşet verici olayların döndüğünü bizzat İngiliz arşivlerinden okuyun.


Şimdi gelin bu maddeler yürürlüğe girmiş mi birlikte bakalım;
  • Meclis 23 Ağustos 1923'de Lozan Anlaşması'nı kabul etti.
  • 29 Ekim 1923'de cumhuriyet ilan edildi.
  • 3 Mart 1924'de Hilafet ilga edildi.
  • Aynı gün Osmanlı Hanedanı'nın yurt dışına çıkarılması kararlaştırıldı.
  • Aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe sokuldu.
  • Aynı gün Şeri'ye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı getirildi.
  • Hilafetin ilgasından sonra batılı devletler Türkiye'yi tanımaya başladı.
  • Hilafetin ilgasının ardından 20 Nisan 1924'de anayasa yürürlüğe girdi.

Buraya kadar çok açık ki, Lozan'ın ilk şartları birebir uygulanmış. Hem de birebir. En önemli kısım olan Hilafet'in ilgası ve Halife ve hanedanın toptan sürgün edilmesi tamamlanmış. Mallarına el konulduğunu da söylemeye sanırım gerek yok. Zira hanedan üyeleri gittikleri ülkelerde kapıcılık ve bulaşıkçılık yapacak kadar, hatta ve hatta son Sultan Vahdettin Han'ın parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçetesi, ölü bulunduğu yatağın yastığının altından çıkacak kadar; hatta ve hatta borçlarından dolayı cenazesine bile haciz gelecek kadar beş parasız ve çaresiz bırakıldılar.


Hani Son Osmanlı'da demiştim ya; ''Her darbeden sonra gelen bir yağma vardır.'' diye, bir de koca bir devlet yıkıldığında yapılan yağmayı varın siz düşünün, siz tasavvur edin...


Hatta bu konuda bir de Paşaların hatıratlarına göz atarsak çok daha iyi olur. Keza Lozan iki dönemden oluşur. Birinci dönem 20 Kasım 1922'de başladı ve 4 Şubat 1923'de kesildi. Çünkü başta İngiltere ve Fransa ''hilafet kalkmadıkça sizinle hiçbir anlaşma imzalayamayız'' tavrı içerisindeydi. Bunun üzerine Lozan heyeti Türkiye'ye döndü.

Tam da bu noktadan itibaren İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve meclisin önde gelenleri hilafet ve İslam aleyhinde söylemlere başladılar.

Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir'e şöyle der;
''Mustafa Kemal, bana hilafetin kalkması konusundaki fikrini İzmir'de söyledi. Ben sizin haberiniz var sanıyordum?''


Rauf Orbay ise ''Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle Rauf Orbay'' kitabında şöyle der;
''İsmet Paşa, anlaşıldığına göre Lozan'da İngilizlerle bir nevi ara buluculuk rolü oynayan İstanbul Hahambaşısı Haim Nahum'un telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.''

Mustafa Kemal ve Rauf Orbay
 Harp Hatıralarım'da Ali İhsan Sabis şöyle der;
''Hatta iddiaya göre Haim Nahum'a bir de yazılı taahhüt veriliyor. Ve akabinde yorgun olduğu ileri sürülerek ordu terhis ediliyor.''

Ali İhsan Sabis
Kazım Karabekir, İsmet İnönü'yle arasında geçen bir konuşmayı şöyle naklediyor;
''Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta savaşmalarına rağmen bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Müslüman olmalarıydı. Biz kendi kudretimiz ile kurtulsak da Müslüman kaldıkça, sömürgeci devletlerin ve bu arada da İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan'dan ve itilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esad Beyler ile, Mustafa Kemal Paşa'nın Lozan'ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söylemlerinin gerçek adresinin gerçek adresini tespit etmiş bulunuyordum.''

Kazım Karabekir
Hatta gelin bir filaşbek'le geriye götüreyim sizi biraz..
Yıl 1909.
31 Mart Vakıası sonrası.
Dönemin İttihat ve Terakki'cilerinden olan Filozof Rıza Tevfik, cemiyetin diğer ileri gelenleriyle birlikte darbeyi kutlamak için İngiliz sefaretine giderler. Fakat çok soğuk karşılanırlar ve yüzlerine doğru dürüst bakılmaz. Bunun nedenini ise şöyle anlatır;

''Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük neticeler bekliyorduk. İhtilal olacak; istibdat ile Sultan da, bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat yanıldık. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanun-i Esasi geldi, fakat Sultan da ve hele hilafet müessesesi de yerinde baki... ''

Rıza Tevfik; ''İngiltere Devlet-i Fahimesini, Hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?''

Nicholson; ''Ha.. Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Mısır'da, bilhassa Hindistan'da, İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan..? Yılda bir defa bir ''Selam-ı Şahane'', bir de ''Hafız Osman Hattı Kur'an-ı Kerim'' gönderiyor, bütün İslam ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde elinde tutuyor.. 

İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türkler'den, ihtilal sonunda Sultanların da, Hilafet'in de, yani bir Selam-ı Şahane ve bir Hafız Osman Kur'an'ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik. İşte bu sebeple soğuk bir ademi kabul gördünüz..''

Filozof Rıza Tevfik
Yani hedeflerini 13-15 yıl sonra tamamen gerçekleştirdiklerini de bir kez daha görüyoruz; 31 Mart Vakıası ile Sultan Abdülhamid'in devrilmesinin ardında kimlerin olduğunu da; bu darbeleri kimlerin yaptığını da; Kanun-i Esasi'yi ve Meşrutiyeti kimlerin ilan ettiğini de..

Rıza Tevfik hakkında biraz daha konuşmak gerek, diğer yazılarda inşallah..
Bir solcu, hatta Marksist olan Kemal Tahir de şöyle bir saptama yapmıştır ki, hep çok hoşuma gitmiştir;
''Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır ve bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimizde sınırları Kongo'yu, Sudan'ı, Eritre'yi, Somali'yi, Tunus'u, Fas'ı, Libya'yı, Kıbrıs'ı içine alıyordu. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü. Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir.Tarihin örneğini yazmadığı Kurtlar Boğuşmasına girip, yenik düştük! Kurtlukta, düşeni yemek kanundur! 


Hakeza Britanya Kralı V. George; ''Lozan tasarısı yürürlüğe girdikten sonra dünyada yeni bir çağ açılacaktır'' derken, neyi ve nasıl bir çağı kastediyordu sizce?

Devam edelim.
İlk şartlar birebir yerine getirilmişti. Sırada ise bu işi sağlam bir zemine oturtmak için yapılacak destekleyici adımlar kalmıştı. Bu elbetteki biraz zaman alacaktı çünkü, halk hilafet ve saltanat için savaşmış ve her ev bu uğurda ya bir şehit, ya da bir gazi vermişti. Fakat tam da bu yüzden ''10 yıl İngiliz ve Fransız denetimi'' şartı vardı masada.

Şimdi de gelin yine hep beraber o şartlar gerçekleştirilmiş mi ona bakalım.
El ele tutuşun, kalkıyoruz;

Hukuk ve Ekonomi Alanı ;
  • 8 Nisan 1924'da, İslam hukuku mahkemeleri olan Şeri'ye Mahkemeleri kaldırıldı.
  • 17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.
  • 22 Nisan 1926'da İsviçre Borçlar Kanunu kabul edildi.
  • 1 Mart 1926'da İtalya Ceza Kanunu kabul edildi.
  • 4 Ekim 1926'da Mecelle kaldırıldı.
  • 1927 yılında İsviçre Hukuk Mahkemesi Usulü Kanunu kabul edildi.
  • 4 Nisan 1929'da Almanya Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu kabul edildi.
  • 1926 yılında Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden derlenerek Kara Ticareti Kanunu kabul edildi.
  • 1929'da yine birden fazla ülkeden derlenerek Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi.
  • Aynı yıl Fransa İdare Hukuku Kanunu kabul edildi.
  • 9 Haziran 1932'de İsviçre İcra ve İflas Kanunu kabul edildi.

Eğitim Alanı;

  • 1926'da Medreseler kapatıldı.
  • 2 Mart 1926'da Maarif Teşkilatı hakkında çıkarılan kanunla Din Eğitimi kaldırıldı.
  • 1 Kasım 1928'de Latin Alfabesi kabul edildi.
  • 12 Temmuz 1932 Dil Devrimi yapıldı.

Dini ve Toplumsal Alan;
  • 13 Aralık 1925'de Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı.
  • 25 Kasım 1925'de Şapka ve Kıyafet inkılabı kanunlaştırıldı.
  • 1925'de takvim değişikliği ile hafta sonu tatili Perşembe-Cuma'dan; Cumartesi-Pazar'a alındı.
  • 1928'de ''Devlet'in dini İslam'dır'' maddesi çıkarıldı ve laiklik kabul edildi.
  • 22 Ocak 1932'de ezan Türkçeleştirildi.


10 yıl boyunca İngiliz ve Fransız denetimi altında olunacağı anlaşmasının sağlaması için, bu on yıl içerisindeki tüm inkılaplara bakmamız yeterli aslında. Ve size ilginç bir kilit nokta daha söyleyeyim;
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, inkılaplar tam ''10 yıl sürmüştür''. Yani 1933 yılına kadar.


Anlaşma metninde ''denetim'' adıyla kibarlık yapıldığına bakmayın. Basbayağı da ''ülke bizim direktiflerimiz doğrultusunda yönetilecek'' demektir bu. Bizim istediğimiz yasaları alacak, istemediklerimizi kaldıracaksınız demektir.


Yani resmen, bize ne yapmamız ve nasıl yapmamız gerektiği dikte edildi. Bizi özümüzden böyle kopardılar, böyle asimile ettiler. Kendilerine benzettiler. Çünkü eğer kendilerine benzersek düşman değil, dost olurduk. Karşılarında İslam için savaşan Müslümanlar değil; batılılaşmak, batılılar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, müzik dinlemek, dans etmek, kısacası tamamıyla onlar gibi olmak isteyen, özünden koparılmış insanlar olurdu.


Yani Lozan'ın bütün şartları bir bir yerine getirilmiştir. Bu şartlar yerine getirilmeye başladıktan sonra da zaten tanınmalar başlamıştır. Fakat bu arada çok önemli birkaç ayrıntıyı da konuşalım. Atlarsak çok büyük hata yaparız.

Lozan'a giden heyette bulunan İsmet İnönü, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka'nın yanına Mustafa Kemal bir delege daha eklemiştir; Haim Nahum. Ya da Lozan'dan sonra üstün hizmet gerekçesi ile verilen unvanıyla ''Haim Nahum Efendi''.


Bazı bidon kafalılar var ki, şunu kabul ederler; ''Bu adam şeytanın ta kendisidir....''
Fakat o adamın Lozan'a neden gönderildiğini, kim tarafından gönderildiğini asla sorgulamazlar. İşte bunlar at gözlüklü ve kafadan bacaklılardır.

Haim Nahum; ''Siz Türklerin bağımsızlığını tanıyın. Ben size onların manevi kuvveti olan İslam ve Halifelikten vazgeçeceklerini, bunu ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum'' demiştir ve bunu hepiniz de duymuşsunuzdur.

Lozan'dan sonra ise Lord Curzon meclise geldiğinde ''Türklerin bağımsızlığını neden tanıdın?'' diye sorulan sorulara; ''Biz onların asıl kuvvetleri olan İslam ve Hilafet'i yıktık. İşte bundan sonra asla bir daha kendilerine gelemeyecekler, onların manevi yönlerini öldürdük.'' der. Hakeza Curzon'un bu sözünün gerçekleşmesini beklemişler ve Hilafet yıkılana kadar Türkiye'yi tanımamışlardır.


Peki hala bu ülkenin insanları, nasıl oluyor da ısrarla bağımsızlıklarını kazandıklarına inanabiliyor?
Aslında onun sebebi de çok basit. Son Osmanlı'da konuşmuştuk biraz. Eğitim sistemi öyle bir düzen üzerine, öyle bir temel üzerine oturtuldu ki, yedi yaşlarından itibaren aslında Osmanlı zamanında bizlerin köle olduğuna, cumhuriyetin gelip bizleri özgürlüğe ve refaha kavuşturduğuna inandırıldı insanlar. Çünkü yeni devleti kuranlar, eski devleti yıkanlarla aynı kişilerdi; İttihat ve Terakkiciler.
Okul kitaplarındaki tarihte birdenbire ortadan kaybolan İttihat ve Terakkiciler, cumhuriyetin kurucu kadrosunun tamamını oluşturuyordu. Peki neden bugüne kadar ne okulda, ne başka bir yerde bize bu cumhuriyeti kuranların İttihatçılar olduğu asla söylenmedi? Neden bu mevzu bahis bile edilmedi? Şunu düşünmek yeterli değil mi aslında?


Bir parantez açıp, konuyu hafiften değiştirelim şimdi.
Hintli Müslümanlar, Halife ve Hilafet için bugünkü parayla trilyonlar tutarında bir yardım toplamış ve bunu Hilafet'in merkezi olan Türkiye topraklarına göndermişlerdi. Size kendinizin araştırmasını tavsiye edeceğim bir soru sormak istiyorum; ''Bu para nereye gitti?''
Bunu kendiniz bulun.


''Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir!'' diye bir söz var ya hani Çanakkale'de, ben bu sözü hala anlayamamışımdır. Gerçi bu söz bir de Lozan'a yakışır. Zira koskoca bir devir Lozan'da batmış ve yepyeni bir dünya düzeni Lozan'da ortaya çıkmıştır. Her neyse ama. Size asıl meselenin ne olduğuna dair bir başka örnek göstereyim;

Burası Bursa.
Osman Gazi Hazretleri'nin türbesi.
Önde gördüğünüz anıt ise cumhuriyetin ilanından sonra dikilmiştir. Üzerinde de şu yazar;

''Burada yatan askerlerin şehit düştükleri muharebe öyle bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim Osmanlı Devleti son bularak, yerine Cumhuriyet Hükumetimiz teessüs etmiştir. Bu şehitler, bu eserlerin abide-i mefharetidir.'' 


Bu savaşa Osmanlı'yı sokan İttihat ve Terakki'nin amacı, başından beri seküler, batılı bir ulus devlet kurmaktı. Ve bunu ''işte sonunda Osmanlı'yı yıkıp yerine cumhuriyeti kurduk!'' mealini taşıyan bir anıtla herkese ilan ettiler. Tabi hepsi o değil. Bu anıtta iki tane çok ama çok önemli sembolizm mevcut.

Onlardan birincisi şudur;


İslamiyet'in ve Osmanlı'nın sembolü olan hilale bir ok saplanmış. Üzerine yorum yapmaya, konuşmaya gerek var mı? ''İslamiyet bizim okumuz ve mermimiz ile yıkıldı, biz kazandık!'' demenin sembolik yolunu kullanmışlar. İttihat ve Terakki'nin bir Yahudi-Mason cemiyeti olduğunu hatırlarsak, neden sembolizm yaptıklarını anlamakta hiç zorlanmayız.

Tabi ikinci önemli sembolizm de şudur ki;


Anıtın hemen yanındaki yapı; ''Osman Gazi'nin türbesi''dir.
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi..

Yani abideyi öyle bir yere diktiler ki, ''Sen kurdun, biz yıktık!'' dediler.
Fatih'in, Kanuni'nin mezarının başına dikmediler bu yüzden bu abideyi, geldiler Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Gazi'nin mezarının önüne diktiler.


Ad ve soyad kanunu gereğince Arapça kökenli isimler bile yasaklandı. İslam ile alakalı olan her şeye, tıpkı Lozan'da İngilizlerin dediği gibi savaş açıldı.


Duvarlardaki, binalardaki Osmanlı armaları dahi kazındı. Kitaplarda, dergilerde, radyoda ve kısaca her yerde Osmanlı saltanatından ve Hilafet'ten bahsetmek yasaklandı.


Lozan, gerçekten de bir devrin batırıldığı yerdir.
600 yıllık bir imparatorluk ve 1400 yıllık Hilafet Lozan'da yıkılmıştır.
Yeni Dünya Düzeni Lozan'da başlatılmıştır.
Sevr Projesi, Lozan'da onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur.

''Osmanlı'yı yıkarken biz'' selfie'si

Osmanlı yıkıldıktan ve Hilafet kaldırıldıktan sonra dünyanın ve bilhassa Ortadoğu'nun durumu ortada.. Osmanlı bu topraklardan çekildi çekileli asla kan durmadı. Çünkü bu kapitalist devletlerin önünde durabilecek hiçbir güç kalmadı.

Ulus devletler düzeni kurulurken, bunu kuran ülkelerin hepsinde önlerindeki yüzyılın barış, huzur ve refah içinde geçeceği fikri vardı. Buna inandırılmışlardı. Dünyadaki bütün sorunun aslında ırklarla alakalı olduğunu; eğer her ırk, her millet kendi ulus devletini kurarsa bütün sorunun çözüleceğini düşünüyorlardı.


Fakat aradan birkaç on yıl geçti ve düşündüklerinin, kendilerine birileri tarafından düşündürülen bu şeylerin koca bir yalan olduğunu tecrübe ettiler. En kötüsü de bizler hala ediyoruz. Bu cumhuriyeti halkın kendi kendisini yönettiği yönetim şekli diye bizlere okuttular ve inandırdılar, fakat yapılan hiçbir devrimde, alınan hiçbir kararda halk yoktu. ''Hilafet hakkında tek başımıza karar veremeyiz'' diyenler ve bunu diyenleri savunanlar, hiç kimseye sormadan Hilafet'i kaldırdılar. Madem Hilafet hakkında tek başımıza karar veremiyorduk, nasıl oldu da tek başımıza kaldırdık bunu?


İngiliz yazar P.H. Graves'in şu sözü bu konuyu aslında çok iyi açıklar;
''Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğuna olağanüstü bir iyilik yapmıştır.''


Fakat gelin görün ki, gerek okullarda gerekse politikacılarda, kısaca tüm Türkiye'de, Hilafet'in ilgasının sebebi olarak ''çağdaşlaşma'' diye ucube bir adres gösterilir. Çocuklarımıza ''Çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırıldı'' diye mide bulandırıcı şeyler öğretirler okullarda. Hiç kimse bu olaya ''Lozan'da İngiltere ve Fransa böyle istediği için, bunu dayattıkları için'' diyemez.


Ve cumhuriyet kurulduğu gün yani 29 Ekim'den itibaren, İslam ile alakalı her ama her şey gericilik ile yan yana anılmıştır. İngilizler bize önce Hilafet'i yıktırmış, sonra da karşı gelen halkı gerici diye yaftalarsınız diye akıl vermiştir. Ve birdenbire yeryüzündeki her şey, o günden itibaren tamamen ters yüz olmuştur. Doğrular yanlış, yalanlar gerçek, dürüstler yalancı, yalancılar dürüst...


Hilafet'i yıkmakla da kalmayıp, İslam coğrafyasında öyle oyunlar oynadılar ki, bu konuda işlerini şansa bırakmadılar. Türkiye'de aşırı milliyetçilerin hepsini sağcı, Arabistan yarımadasında da aşırı milliyetçilerin hepsini solcu yaptılar. Olur da yarın bir gün bunlar birleşmeye karar verirler diye, aralarına her türlü ideolojik ayrılığı soktular. Türkiye'nin doğusunu tamamen Şafii mezhebine mensuplarla doldururken, batısını da Hanefilerle doldurdular.


Suriye'ye Şii bir yönetim atayarak, Irak'ı yani petrol kuyularını, iki Şii devlet İran ve Suriye arasında bıraktılar. Böylelikle de Türkiye ve Arap Yarımadasının arasına Şii bir koridor çekmiş oldular. Türkiye'de Türk milliyetçiliği propagandası yapan Haim Nahum, oradan Mısır'a gitti ve Cemal Abdül Nasır'a danışman olarak Mısır başta olmak üzere Arabistan'da Arap milliyetçiliği propagandası yaptı.



İş bugüne ve dünyada oynanan oyunları çözme çabasına gelince, Baron Rotschild'in şu sözünü her yerde kullanırlar; ''Bana bir ülkenin para basma yetkisini verin, o ülkedeki kanun koyucuları bile takmam.''

Fakat ölesiye savunduğu bu cumhuriyetin parasını bir zamanlar İngiliz ve Fransızların bastığından bile haberi yoktur. Para basmak için İngilizlere 88 bin İngiliz altını ödendi yıllarca. Ama dünya üzerinde olan komplolara, sömürü düzenlerine o kadar kaptırmıştır ki kendisini, yanı başındaki hatta burnunun dibindeki komploları, sömürü düzenleri göremez. Komployu hep uzakta arar. Kendi tarihinde neler olduğunu bilmez. Hayatında bir kez dahi olsa, şu cumhuriyeti kuran adamların bir tanesinin bile hatıratını okumamıştır. Fakat okumuş adamdan daha fazla ahkam keser.









Bizleri, tıpkı diğer tüm uluslar gibi bir ''Kurtuluş Savaşı''na inandırdılar. Gidin biraz araştırın, Ortadoğu'da ve diğer coğrafyalarda şuan ne kadar sömürge toplum varsa, hepsinin birer kurtuluş savaşı var. Her birinin tarihinde kazandıkları bir kurtuluş savaşı var. İyi de bu sömürü düzeni ne öyleyse? Neden tüm bu ülkeler, uluslar bir numaralı sömürge ülkeler dünyadaki?


1918'den sonra Türk ordusunun savaştığı tek ordu Yunan ordusudur. Şöyle bir hafızanızı yoklayın; Yunanlılar ile yapılan Sakarya Savaşından başka, -tabi bir de palavra olan I. ve II. İnönü Savaşlarını da sayın- İngiliz veya Fransızlarla yaptığımız bir savaş adı biliyor musunuz? Halbuki İstanbul'u işgal eden İngilizlerdi, fakat İngilizlerle hiç savaşmadık. Neden?



I. Dünya Savaşında savaştığımız ülkeleri, bizlere Kurtuluş Savaşında savaştık diye yıllarca anlattılar. I. Dünya Savaşı 1918'de bitti ve ondan sonra ne İngilizler, ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de Ruslar hiçbir savaşa girmedi. Savaşsız, harpsiz, darpsiz geldiler İstanbul'a girdiler ve 5 sene sonra Lozan imzalanınca çekildiler.


Fransız ve İtalyan kuvvetleri de Suriye ve Irak sınırları çizilirken, olası bir Türk askeri yardımını engellemek amacıyla tam olarak sınır bölgelerinde nöbet tuttular.


Neden Antep, Maraş ve Urfa'daydı bu adamlar hiç mi düşünmediniz? Gerçi eğitim sistemi bunu düşünmenizin önüne inanılmaz büyük bir engel çekiyor orası da ayrı bir mesele. Lakin Sütçü İmam olayları gibi münferit olaylar dışında neden buralarda bir askeri harekatın olmadığını, neden orduların savaşından hiç söz edilmediğini düşünecek kadar beyne sahibizdir diye umut ediyorum.

Yunanistan savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyor; fakat Türkiye bu hakkından feragat ediyor!

Lozan imza edildikten sonra, gerek İstanbul'daki İngilizler, gerekse sınırlarımızda nöbet tutan Fransız ve İtalyanlar kendileri çekilip gitmişlerdir. Suriye'nin Fransa sömürgesine girdiğini düşünürsek, neden sınırda onların olduğunu anlarız. Hakeza, Lozan'ı zahmet edip okursanız, bu anlaşmanın sürekli olarak bizimle Yunanlar arasında maddelerden ibaret olduğunu anlarsınız. Eğer biz savaşta İngilizleri, Fransızları, İtalyanları, Rusları yendiysek neden bu devletlerle alakalı bir tane madde yok Lozan'da?

İsmet İnönü Lozan Görüşmelerinde. Henüz şapka Türkiye'ye gelmemiş ve başında kalpakla Lozan'a gitmişken, bu kafadaki şapka ne ola ki..?

Öyle yalanlar döndürdüler ki o günlerde, bütün dünyayı bir yalanın peşinde sürüklediler. Örneğin Hindistanlı Müslümanlara ''Almanlar Hilafet'e karşı savaş açtı, Osmanlı Halife'si cihad ilan etti, sizi bekler'' deyip, Çanakkale'de Hindistanlı Müslümanları yanımızda savaşan Almanların üzerine saldırttıklarını kaçınız duydu bugüne kadar?

Duymazsınız. Duyamazsınız. Anlatmazlar. Bilmenizi istemezler. Çanakkale'de kazandığımız zaferde bile ne oyunlar altında kaldık. Kardeşi kardeşe kırdırdılar, kimsenin haberi olmadı.


Dünya üzerindeki işgal ve sömürü düzeni elbet ortadan kalkar, ama önce kafaların işgalden kurtulması lazım. Önce beyinlerimizin sömürü düzeninin bir ürünü olmaktan kurtulması lazım. Dünyaya, bu adamların yüz yıl önce kurdukları düzen çerçevesinden bakarsanız, hala ve hala bu adamların kurdukları ulus devletlerin refah getireceğine inanırsınız. Vatan algınız Edirne ile Kars arasına sıkışır. Kurtarıldığınıza inanırsınız. Kapitalizme, emperyalizme karşı savaş kazandığınıza inanırsınız.

''Buna inanmanın ne sakıncası var, bırak inansınlar?'' derseniz eğer, inanmanın sakıncası yok tabi. İnsanlar istedikleri şeylere inanabilirler. Fakat buna inanan insanların %90'ı, bununla birlikte gelen sistemi savunurlar. İşte olayın kilit noktası da budur. Bu teze inananlar, bu tezle gelen sistemin savunucuları ve koruyucuları olurlar. Ve seni özgürlüğüne kavuşturduğunu düşündüğün sistem için her şeyi yaparsın.


İşte tam da bu yüzden, bu sistemin yürümesi için ''Atatürk devrimlerini korumak'' adı altında her on yılda bir darbe yapıldı. Ama kimse ''Türkiye Hilafet için yapılan her türlü ayaklanmayı bastıracak'' maddesi gereğince bu darbelerin ve yağmaların yapıldığını aklına bile getirmedi. Kimse bu ülke ve bölgedeki laikliğin yani İslam'ın devletlerden ayrı tutuluşunun koruyuculuğunu bizzat batının yaptığını düşünmek istemedi. Hatta darbelerden sonra duydukları ''Bizim çocuklar işi halletmiş'' gibi ifadeler bile onları ''Ama laiklik tehlikedeydi'' demekten alıkoyamadı.


Bu topraklara öyle zehirli tohumlar attılar ki, Türkü Kürdü, Müslümanı gayrimüslimi, hatta bir cemaati diğer cemaatini sevmez oldu. Kafalardaki kavramlarla oynadılar. İnanç sistemlerini alt üst ettiler, böylece aynı şeye inanan insanlar dahi birbirlerine düşman olabildi. İkisi de Müslüman olduğunu söylerken, birisi şeriatı; diğeri tamamıyla zıt şekilde laikliği savundu.


Din derslerinin zorunlu olması, toplumu ayrıştırdığı gerekçesiyle tartışıldı ve kaldırıldı yıllarca. Yani dini açıdan bir ayrıştırıcılığa asla izin verilmediği gösterilmiş oldu. Fakat milliyet ayrıştırıcılığı ise sorunsuz oldu hep. Türk Kürt diye bir ayrım her zaman yapıldı. İşte ulus devlet sisteminin bir çürük noktası da buydu. Müslümana sormak lazım bir de bunu, sen ne zamandır din değil de ırk bakımından insanlara bakar oldun diye.


Size bir soru daha;
Okullarda yıllarca zorla okutulan; ''Ne mutlu Türküm diyene'' sözünü, ''Ne mutlu Müslümanım diyene'' diye değiştirirseniz ne olur? ''Efendim Müslüman olan var, olmayan var'' dersiniz değil mi?Yani yine toplumu ayrıştırmış olursunuz. Fakat ırka dayalı olan bu söylemi ayrıştırma kabul etmezler. ''Efendim Türk olan var olmayan var'' derseniz, Türk düşmanı yaftası yersiniz. Sürekli eleştirdikleri sistem, insanları nasıl eline geçirmiş görüyorsunuz sanırım.


Bugün BOP diye ortalığı ayağa kaldıranlar, ''Ortadoğu'yu parçalayacaklar, yeni devletler çıkaracaklar'' diyenler, yüzyıl öncesinin dünya düzeni projesi olan Sevr'i kabullenmişler, hatta onu koruyorlar da haberleri yok. Çünkü okulda kendilerine Sevr'in Anadolu'yu parçalama projesi olduğu, bizim de Kurtuluş Savaşı adı verilen bir savaşta tüm batılıları yendiğimiz öğretildi.


Halbuki Sevr, yüzyıl öncesinin ''Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'' idi. Sevr sonucunda Suriye, Irak, Libya, Mısır, İsrail, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan gibi ülkeleri doğurdu. Bir devletten 50 devlet çıkaran projenin adıydı Sevr. Ve bizler İngiliz ve Fransızlarla yalnızca savaşın ilk senesinde Çanakkale Boğazı'nda, ve devamında da 1918'e kadar sürekli olarak Ortadoğu topraklarımızda savaştık. 1918'den sonra savaştığımız tek devlet Yunanistandır. Bugünkü Türkiye topraklarında diğer devletlerle tek bir savaş söz konusu olmadı. Lozan'dan sonra hepsi çekilip gitti.


Yarın bir gün Kürdistan'ın kurulduğunu düşünün.
Batılılar geldi, Kürdistan adında bir devlet kurdular. Bunun için başkent Ankara'ya geldiler ve sınır bölgelerimize asker yerleştirdiler. Ve bizlerin de bundan sonra; ''İşte kurtulduk, bağımsızlığımızı ilan ettik'' diye naralar attığımızı düşünün. Toprak kaybettik, ama tamamen heterojen bir Türk ulus devletimiz oldu. Yalnızca Türklere ait, yalnızca Türklerin olduğu.. Bunu her sene kutladığımızı düşünün.

Nasıl, saçma sapan değil mi?
Shit!
Öyle.

İşte bundan yüzyıl önce bizim İstanbul'a bakış açımız ne ise; Kudüs'e, Halep'e, Bağdat'a, Şam'a, Mekke'ye, Medine'ye de oydu. Yani biz komple bir vatan idik, bir millet idik. Lakin bugün, Edirne'den Kars'a kadar olduğumuza ve gerisinin bizi alakadar etmediğine inanıyoruz. Bu da demek oluyor ki, İngilizler bu topraklarımızı işgal ettikten sonra, kafalarımızı da işgal etmişler. Kendi kurdukları sisteme göre düşünen insanlar yetiştirmişler.


Ve BOP denilen proje gerçekleştirilirse, aradan birkaç on yıl geçtikten sonra o projeyi ve o proje ile gelen sistemi destekleyen bir nesil yetiştirecekler. Ve aslında olduğundan daha kötü senaryolar yazılacak, çizilecek. Aslında Türkiye'nin tamamen yok olacağı, elimizde birkaç şehir bırakılacağı gibi masa başında maddeler uydurulacak ve biz de Kürdistan topraklarını kaybettiğimize üzülmeyi akıl edemeyip, elimizde tuttuğumuzu sandığımız topraklarımız için deliler gibi sevineceğiz.

BOP ile çizilen haritaya bakan kardeşim, bu haritaya bak, buna karşı önlemini al. Fakat, amma ve lakin; BOP'ta çizilen bu haritada kaybettiğimiz toprak yüz ölçümünün, Lozan'da masada Misak-ı Milli'den verdiğimiz yüz ölçümünden küçük olduğunu da unutma.

Yani biz Lozan'daki masada bıraktığımız topraklar daha büyük, ama bugün BOP'a karşı olduğunu haykıranlar, dün kaybettiğimiz ve hukuksal olarak hala bizim olan topraklarımız hakkında tek kelime etmiyor. Neden? Çünkü onlar, bir kahramanın gelip bütün kapitalist devletleri yenerek bizi özgürlüğümüze kavuşturduğuna inanıyorlar da ondan..



Toprakları bir an için boş verip, önce beyinlerimizi işgalden kurtarmamız lazım. Çağın şartları diye dayatılan ucube kalıplardan sıyrılıp, ''Bu herkesin herkesi sömürdüğü çağda, kendilerinin belirledikleri düşünce sistemine göre düşünmeyi reddediyorum!'' diyerek çağ dışı düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım ki, bu çağı değiştirebilelim. Yeni bir çağ ideali kurmamız lazım ki, içinde bulunduğumuz çağdan kurtulabilelim. Kendi çağımızı, yeni dünya düzenimizi kendimiz kurmak istiyorsak, önce beyinlerimizi onların kalıplarından sıyırmamız şart.


Kendi inancımızın bizden istediği kendi dünya düzenimizi kurmak için çaba sarf etmek dileğiyle..
Saygılar..