Birçoğu aksini kabullense veya görmezden gelse de, aynı dünyada yaşayan insanların bir kısmının ihtiyaçlarından çok fazla imkanlarla yaşayıp; diğer bir kısmının ise hak ettiklerinin milyonda birine bire sahip olmamaları, bana içinde yaşadığımız bu dünyanın çivisinin çıkmış; hatta o çivinin paramparça olmuş olduğunu hissettiriyor.
Televizyonumuzun karşısına geçip hayranlıkla izlediğimiz ve onlar gibi olmak istediğimiz batılıların; aslında ellerinde kan, ağızlarında ise insan eti olduğunu fark edemeyecek kadar, dünyadaki sistemi koruyan askerler haline gelmişiz.
Asırlar önce yaşayan atalarımızın ne için yaşadıklarını veya ne için öldüklerini hatırlayamayacak kadar bugünü yaşıyoruz.
Ve bir yandan nefret ettiğimizi söyleyip, bir yandan da içten içe hayranlık beslediğimiz bu dünyada, bugün öleceğiz. Dünümüzü hatırlamayı istemeden veya fırsat bulamadan; yarınımızı planlamadan veya onun için bir şeyler yapamadan; bugün içinde yaşayıp, bugün içinde öleceğiz.
Çünkü bizler gönül rahatlığı içinde eğlenmekten yorulup, yorgunluğumuzu atmak için McDonalds'a gidiyor ve koca bir hamburgerin yanındaki patatesleri ve bir de büyük seçim kolayı afiyetle yiyor ve içiyoruz.
Asla tereddüt etmeden.
Çok uzak değil, yanı başımızda duran ve açlıktan gözlerinin feri sönmüş insanların varlığını bilerek bunu yapıyoruz. Ve tüm bunlardan en önemli kısmı şu; içimiz çok rahat.
Çünkü olması gerekenin bu olduğuna ikna olmuşuz.
''Ben zengin isem, yemeye ve doyasıya eğlenmeye hakkım var.
İpin ucunu kaçırmaya da...
Çünkü bundan önce olduğu gibi benim karnımı doyuran şey artık yarım ekmek döner ve ayran değil;
havyar, karides, bir tabağı iki yüz lira olan ve o güne kadar adını bile duymadığım acayip bir deniz ürünü.
Bir bardağın onda birini dolduran üç yüz liralık bir şarap.
Gitmek istediğim yere otuz bin liralık araba beni götürmez, üç yüz bin dolarlık arabaya binmeliyim. Zira ikisinin de dört tekerleği, bir direksiyonu, bir de levyesi var; fakat istediğim asıl şey beni bir yerden diğer bir yere götüren bir araç değil; bir kişilikten başka bir kişiliğe dönüştüren bir araç.
Dünya üzerinde ne oyunlar döndüğü, kimin hakkının yendiği, kimin elinden ekmeği, suyu ve toprağı alındığı benim için önemli değil. Dünyada bir günde kaç insanın açlıktan öldüğünü düşünecek vaktim yok.
Bu arada dizim başlamak üzere...''
İşte aptallığın, manyaklığın ve gösterişin, kısacası olmaması gereken her şeyin normalleştiği, normal kabul edildiği bu dünyada Ousmane Sembene'den bahsetmek istiyorum sizlere.
Ben ondan bahsederken; ''Yok be, o kadar da yalnız değilmişim demek ki'' diye düşünürüm hep.
Sizlerin de onu tanıması gerektiğini düşünüyorum.
Ama ondan önce, konuya örnek teşkil etmesi adına küçük bir girizgah yapalım.
''Kanlı Elmas'' filmini duymuş, hatta birçoğunuz büyük ihtimalle de seyretmişsinizdir.
Hep film hakkında konuşmak istemişimdir ama bir türlü fırsat olmamıştı; nasip bu yazıyaymış...
Ben filme tek kelimeyle bayıldım.
Siyah kıt'ada nelerin nasıl döndüğünü biraz perde açmış bir film. En azından insanlar burada artık ne kadar büyük ellerce oyun oynandığı hakkında bir fikir sahibi olabilmiştir diye düşünüyorum.
İzlemeyenleriniz mutlaka izlesin.
Filmdeki birkaç repliği yazmak, sonra da Ousmane Sembene'ye geçmek istiyorum.
En sevdiğim replikler;
-Bana buraya bir fark yaratmaya geldim deme.
-Sen de para kazanmaya mı geldin?
-Daha iyi bir fikrim olmadığından geldim.
-Bu çok yazık.
-Pek sayılmaz. Barış gücü tipleri sadece kimseye yardımları dokunmadığını anlayıncaya kadar kalırlar. Hükumet sadece bir yerde sürgüne gidebilmelerine yetinceye kadar çok çalana kadar iktidarda kalmak ister ve asiler iktidarı almak istiyorlar mı emin değiller. Çünkü ülkeyi yönetmek zorunda kalacaklar. Ama BA değil mi Matt?
-BA da nedir?
-Anlamı; Burası Afrika.
-Beş senedir bu ülke dünyaya hiç elmas ihraç etmediğini söylüyor. Yan komşusu Liberya iki milyar dolarlık elmas ihraç etti. Liberya'da hiç elmas olmadığı düşünülürse oldukça garip, öyle değil mi?
-Asiler elmas tarlalarının kontrolünü geri almış gibi. Sierra Leone hükumeti, bize oraya girip asileri temizleme görevini verdi.
-Siz asilere silah satıyorsunuz ve hükumet de onlar kullanınca sizi tutuyor. Güzel efendim.
-Hükumeti kurtaracağız ve onlar da minnetlerini gösterecek.
-Ve zengin olacaksınız...
-Ne kadar zamandır Afrika'dasın ha?
-Üç aydır.
-Hmm. Yani buraya diz üstü bilgisayarın, sıtma ilacın ve kayıt aletinle üç ay önce geldin. Ve her şeyi değiştirebileceğini düşündün. Bak sana ne diyeceğim; sen de Kanlı Elmas satıyorsun.
-Sahi mi?
-Evet.
-Söyler misin nasıl oluyor?
-Çıkardığım taşları kim alıyor sanıyorsun? Kitaplardaki bir düğün ve parlak bir taş isteyen Amerikan kızları.. Tıpkı sizin dergilerinizdeki parlak reklamlarda olduğu gibi. O yüzden lütfen buraya gelip beni yargılama olur mu... Ben bi hizmet veriyorum. Dünya elimizdekini istiyor ve onu ucuz istiyorlar. Bu işte birlikteyiz. Uyan artık hayatım.
-Ben taşları sınırdan geçirdikten sonra, yerel alıcılar onu Monrovia'da bir aracıya götürüyor. Gümrükçülere rüşvet veriyor; elmasların Liberya'dan çıktığını belgeliyor. Böylece yasal olarak ihraç ediliyorlar. Andverd' deki alıcılara ulaştığında, elmaslar ayırma masalarına koyuluyor. Başka soru sorulmuyor. Hindistan'a ulaştıkları zaman, kirli taşlar, dünyanın her yanından gelen beyaz taşlarla karıştırılıyor. Ondan sonra da diğer elmaslara benziyorlar.
-Ve Van de Kaap bunların hepsini biliyor?
-Evet.
-Londra'ya gittiğimde Simons'la tanıştım. Arz ve talep... Arzı kontrol et ve talebi yukarıda tut. Taşları piyasadan uzak tutmak için, satın alıp sakladıkları bir yeraltı kasası var. Bu şekilde fiyatı yukarıda tutuyorlar. Asiler piyasaya milyarlarca dolarlık işlenmemiş taş sürmek istiyor ama, ''elmaslar ender bulunur'' diyen Van de Kaap gibi bir şirket bunun olmasına izin veremez. Özellikle de bazı aptallar bir nişan yüzüğüne üç aylık maaşlarını yatırırken bunu yapamazlar.
-Afrika'da el kesmeye önce Belçikalılar başladı. Kral Leopold, onları hizada tutmak için Kongo'daki her yüz köleden birinin elini kesti.
-Kalbim bana hep insanların iyi olduğunu söyler; deneyimlerim ise tam tersini...
-Biz komünizmle savaştığımızı sanıyorduk, ama her şey kimin ne aldığıyla ilgiliydi. Fildişi, altın, kauçuk, elmaslar...
-Sanırım beyazlar elmaslarımızı istiyor. Ama kendi halkım bunu birbirine nasıl yapar... Bazı iyi insanlar, siyah derimizin içinde bir terslik olduğunu söylüyorlar. Beyaz adam yönetse daha iyi olur diyorlar. Benim oğlum iyi biri. Ve büyüdüğü zaman, barış geldiği zaman; burası bir cennet olacak...
Afrika'daki savaş ve sömürü trafiği hakkında belki bir yazı yazabilirim.
Zira çok konuşmak istediğim bir konu.
Ve gelelim Ousmane Sembene'ye...
Ousmane Sembene, 1923 yılında doğar.
Senegallidir.
Yönetmen, yapımcı, senarist, yazar ve şairdir.
Kendisi Afrika ve dünya sinemasının ilk, örnek yönetmenlerinden.
Ülkesini ve tüm Afrika'yı bilinçlendirmek için kitap yazmaya başlar. Fakat Afrikalılar, çok fazla kitap okuyan veya okuyabilen, ya da okumaya fırsat bulamayan bir toplum olduğu için, kitap yazarak fazla bir şey yapamayacağını anlar. Zira Senegal'de bir de Fransızca, zorunlu dil olarak konuşuluyordur. Bu da halkın okuma yazma seviyesini ve becerisini olumsuz yönde etkiler.
O da ''sinema''yı seçer.
O zamanlara kadar Afrika'nın sinema hakkında bilgi değil; fikri dahi yoktur.
Afrika'nın gerçeklerini anlatır filmlerinde. İnsanların bunlara tepki vermesi için uğraşır. Özellikle La Noire De filmi çok meşhurdur.
Son filmi ise Cannes film festivalinde ödül alan Moolaade'dir.
Ve Sembene, tüm hayatı boyunca yapımcılığını yaptığı, yazdığı ve yönettiği filmlerle çok beğenilir ve takdir toplar. Ve 1997 yılında İngiltere kraliyet ailesi tarafından özel ödüle layık görülür.
Kraliçe Özel Onur Ödülü.
Kendi kurdukları sisteme karşı çıkanları ödüllendirerek, hem dünya üzerinde var olan kötü şeylerle hiçbir alakası yokmuş; hatta onlara karşıymış gibi görünmek, hem de kendilerini eleştiren bu adamlara dünyanın gözü önünde ödül vererek ''umarız bundan sonra susarsın'' gibi bir mesaj verirler.
Fakat Ousmane Sembene, bu ödülün ne anlama geldiğini bilecek kadar akıllı bir adamdır.
Ödülü almak için İngiltere'ye gider ve törene katılır.
Ödülün kendisine verilmesi için sahneye çıkar.
Haliyle bir teşekkür konuşması yapacaktır.
Ve teşekkür eder;
''Sayın bayanlar baylar.
Konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim.
Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahip olduğunuz sistem içinde, sizin tarafınızdan payelendiriliyorum.
Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır. Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler.
İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde ise topraklarımız vardı.
İngilizlerin dinini, dilini öğrendik.
Uzak dünyadan yeni dil ve yeni din, bizi hep çalışmak zorunda olan itaatkar köleler yaptı.
Özgürlük için her karşı geldiğimizde, bizi birbirimizle savaşmak için ikna ettiler ve silah verdiler.
İngilizler gelmeden önce topraklarımızda sadece kavga vardı.
İngilizlerin kutsal dini, bizim kavgacılığımızı kullandı; evlatlarımızı savaşçı yaptı.
Hem de sadece kendi kardeşleriyle savaşan, dünyayı İngiliz dilinden ve İncil'den ibaret sanan vahşi savaşçılar.
Hastalıklar yaydılar.
Ne olduğunu bilmediğimiz içeceklerle bizleri hasta ve zayıf yaptılar.
Atalarımızı zincirleyerek, büyük şehirlerine köle olarak götürdüler.
O büyük binaları, caddeleri, tünelleri ve kiliseleri insan etinin üzerine inşa ettiler.
Kendilerini temizlemek için sanatçılarına ve fikir adamlarına, sadece kendilerini kapsayan insan tarifleri yaptırdılar.
Her çeşit yiyeceğin büyüdüğü topraklarımıza ilaçlar döktüler.
Toprağın altındaki yanıcı, siyah cehennem kanı için bizi öldürdüler.
Büyük acılar ve ölümcül işkenceler ördüler.
Her gelen gemiden, kıyımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı.
İlk gelenler zulmettiler; arkasından gelen arkadaşları, zulmü durdurma vaadiyle bizleri ele geçirdiler.
Bugün gelenler de, hala aynı sistemle işgale devam etmekteler.
Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü doktorlarınızı istemiyoruz.
Emperyalist sisteminizin geri dönüşüm ekonomisiyle, aslında sömürü olan yiyecek ve yardımlarınızı kabul etmiyoruz.
Birbirimizi anlamamızı zorlaştıran, şarkılarımızı ve masallarımızı unutturan fakir dilinizi reddediyoruz.
Çağdaş dünya daveti içindeki, bizi zorla şekillendiren yüzeysel sanat kuramlarınıza karşı çıkıyoruz.
Özgürlüğümüzü ilan ediyor;
Afrikalı insanlar olarak doğup, Afrikalı ölmek için bütün Avrupa'yı topraklarımızdan kovuyoruz.
Birbirimizi öldürelim diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı,
Felsefe adına önümüze sürdüğünüz batının sığ kafalı laflarını,
Hukuk adına yaptığınız bütün gösterilerinizi
Ve sanat diye dayattığınız bütün estetik öğretilerinizi Afrika topraklarından silene kadar,
Afrika sizinle savaşacaktır.
Siz kabul etmeseniz de bir Afrikalı, en az dünyanın herhangi bir yerindeki bir batılı kadar onurludur.
İnsan onurlu doğar.
Hiçbir insanın, kraliçenin vereceği onura ihtiyacı yoktur. ''
Der ve ödülü almadan salonu terk eder...
Der ve bizleri utandırır..
Selam ve saygı ile...