25 Ocak 2015 Pazar

SUUDİ AMERİKA'NIN EN ACI GÜNÜ


Dünyaca ve milletçe yastayız.

Hayatının son anına kadar her zaman mazlumun yanında olmuş, haksızlığa her daim karşı gelmiş ve ülkesini neredeyse bir Hz. Ömer adaleti ile yönetmiş birini kaybettik birkaç gün önce. Amerika'nın ve İsrail'in, hatta geçen seneki darbe itibari ile Mısır'ın en büyük düşmanı ve korkulu rüyası olan, dünyadaki bütün siyonist, kapitalist ve emperyalist güçlerin ödünü patlatan Kral Abdullah son yolcuğuna uğurlandı.


Peki dünya onsuz nasıl olacak?
Amerika'nın ve İsrail'in karşısında bu kadar kararlı ve sert şekilde kim duracak?
Kim kapitalist sisteme var gücüyle karşı gelecek?
Mazlumların umudu olacak?


Hmm, kardeşi geçti tahta. (Tahta tabi zoruna mı gitti?)

Onu aratmamasını umut ediyoruz elbette.
Çünkü Suud Hanedanlığı kuruldu kurulalı, kötü kalpli adamların her zaman karşısında olmuşlardır. Müslümanlardır ama asla terörist değillerdir. O bir halk kahramanıdır. Kimsesizlerin kimsesidir. Umuttur. İnançtır...

Mazlumlar ve tüm Müslümanlar girdiği nurlu toprağın altında yattığı sürece kendisi için dua ediyor olacak. Çünkü o ümmete, ümmet de ona aşıktı.

Allah aşklarını daim eylesin..

...

Dünyanın en büyük petrol rezervlerinin başında oturdu Kral Abdullah. Tıpkı ondan önceki babaları, ağabeyleri gibi dünyanın en büyük maddi gücüne sahipti. Fakat ne tuhaftır bilinmez, kan kokusu almış bir köpek balığından daha tehlikeli olan petrol kokusu almış Amerikalılar, dünyadaki ikincil ve üçüncül kaynaklara sahip olan neredeyse her ülkeye savaş açmış ve ülkelerine girmişken, Suudi Arabistan'a asla ne savaş açılmıştır, ne de en ufak bir kötü ilişki olmuştur aralarında.

Aşkın yaşı yoktur
Kuruldukları günden bu yana bu iki ülke arasında en ufak bir pürüz ya da gerginlik bile yaşanmamıştır. Ben de hep kendime şu soruyu sormuşumdur; ''Ulan her petrol sahibi ülkeye giren Amerika, neden en büyük petrol sahibi olan ülkeye hiç girmedi, girmiyor?'' Cevabı zaten belli de, biraz da tarih araştırınca, birkaç kitap karıştırınca her şey tam anlamıyla ayyuka çıkıyor.


Bu aileden Tahrif Hareketleri serisinde bahsettiğimi hatırlıyorum. Kendileri tıpkı bu coğrafyada o tarihlerde kurulan bütün suni devletler, liderler ve kahramanlardan bir tanesi. Zaten sömürülen ülkelerin her birinde nedense bir kahraman vardır. Bu kahraman yedi düvelle dövüşmüş ve hepsini yenmiş, düşmanı denize dökmüş ve halka bağımsızlık kazandırmıştır. Yine çok tuhaftır ki, bu hikayeye neredeyse her Orta Doğu ülkesi sahiptir ve hepsi de sömürülür. Fakat kendilerine aslında tüm bunların çok ağır şerefsizlik ürünü olan bir yalan olduğunu, onların kahraman değil sömürge valileri olduklarını, bağımsızlıklarını sattıklarını söylesen, hiçbir sömürülen ülke halkı buna inanmaz. Sömürülmek de bu gibi insanların hakkıdır zaten. Sömürüldüklerinden habersizlerdir, ve bunu kabullenmezler. Bu gibi adamların sömürülmesi de müstahaktır.


Mısır'da geçen sene meydana gelen darbe ve sonrası katliam, hangi ''Müslümanım'' diyende tepki oluşturmamış veya önemsenmemişse, bilin ki o Müslüman benim deyimimle ''çağdaş Müslüman''dır. Namaz kılar, oruç tutar ama köle kafasına sahiptir. Yüksek derecede aptallık sendromuna yakalanmış, beyni önündeki tastaki yemeği yemekle meşgul, hayatı ve dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, ileri derecede umutsuz vakıalardır onlar. Bu çağ köle çağıdır, ve onlar da bu çağın insanlarıdır.


Benim anlamadığım bir diğer şey de Müslümanların bayram günü olması gereken bu günün Türkiye'de milli yas ilan edilmesi. Tam bir saçmalık. 10 Kasım'da tüm hayatı durdurmak, kilitlemek isteyen geri zekalılar gibi, bu da ayrı bir geri zekalılık ürünü.


Dünyanın en büyük petrol rezervinin üzerinde oturan ve trilyon dolarları kontrol eden bir aile, bir kral ve bu aile, bu kral yanı başlarındaki fakirlikten ölen Afrika ülkelerine, zulüm gören ve sömürülen, işgal altındaki Müslüman topraklarına yardım etmek yerine, yatak arkadaşları olan Amerika ve İsrail'in emirleri doğrultusunda Mısır'daki Müslümanlara yapılan darbeyi ve darbe yönetimini destekliyor. Kontrol ettikleri paranın çeyreğiyle dahi bütün kıt'ayı doyurabilecek güce sahip bu aile, kendi gözlerini doyuramadığı için kafasını midesinden ve uçkurundan yukarı kaldıramıyor.


Özellikle geçen sene ''anayasamız Kur'an'dır'' diyen, Mısır'ın ilk seçilmiş, meşru cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Müslüman kardeşlere bizzat İsrail'in bölgedeki güvenliği bahane edilerek, Amerika'nın desteğiyle yapılan darbeyi desteklemesi ve darbecilere milyarlarca dolar vermesi, hipnoz edilmiş bir kısım dışında kalan herkese neyin ne olduğunu tekrar gösterdi. Hep kulaktan dolma bildiğimiz ''bunların hepsi Amerika'nın, İsrail'in adamları anasını satıyım'' cümlesini, birebir yaşayarak görmek nasip oldu bizlere. Tabi hipnoz edilen beyinler ''Ha Mursi, ha Sisi'' dediler, gavurlar ise yine bir gavur dayanışması sergileyerek ''Mısır'da orta çağ kaybetti'' dediler.


Şuan Abdullah denilen o herifin toprağın altında olduğunu ve o üzerinde oturduğu trilyon dolarların artık kendisine hiçbir fayda getirmeyeceğini, tüm yaptıklarından sorumlu ve milyarlarca Müslümanın kendisinden şikayetçi olarak gittiğini bilmek bana huzur veriyor. Kendisine ve kendisi gibi olanlara eninde sonunda girecekleri toprağın altında iyi eğlenceler diliyorum.


Hüzünlenmeye gerek yok ama, arkasından kendisine bolca dua eden kadim dost Amerika ve İsrail olacak. Ona ve onun soyuna ebediyen minnettar kalacaklar. Yalnız bu üç yatak arkadaşı, eninde sonunda toprağın altında, çamurların içinde birbirlerine kavuşacaklar.


Allah aşklarını daim eylesin..

14 Ocak 2015 Çarşamba

FRANSIZ KÜRESEL SİYASET TİYATROSU


Esselamu aleyküm.

İnsanlara sövmenin veya salya sümük saçarak hakaret etmenin işe yaramadığını anladığı ve bundan bıktığı için, olan olaylar karşısında tepki gösteren insanların tepki gösterme şekillerine gülerek tepki gösteren birisinin yazısını okuyacaksın şuan.

Hayatı boyunca bir şeylere sürekli hakaret ederek tepki gösteren ve bunun pek matah bir şey olduğunu sanan, umursamaz ergen tavırlarına bürünüp, beyni fikir üretmediği için yalnızca küfrederek insanları etkilemeye çalışan, Amerikan filmlerindeki hiçbir şeyi umursamayan çılgın çocuk ayakları yapan tiplerden midesi bulanmış birinin yazısını okuyacaksın. Sadece bu yazı değil, tüm yazılarda göreceksin bunu. Zira ileride yine oldukça uzun ve derin yazılar olacak Allah'ın izniyle.

Televizyon, size yine zaman geçirmeniz gereken bir gündem verdi geçenlerde. Paris'te bir karikatür, mizah dergisine ateş açıldı ve olay sonunda tamı tamına 12, yanlış duymadınız 12, evet evet bir daha duyun bu rakamı 12, on iki, 10+2, 14-2, 24/2, 1.12 kişi öldürüldü.


Masum bir insanı öldürmenin, tüm insanlığı öldürmeye eşdeğer olduğunu düşünen birinin yazısını okuyacaksın işte şimdi. Fakat aynı zamanda, dünya nüfusu arttıkça insan sayısının azaldığına inanan birinin yazısını okuyacaksın.


Bu ara paragraftan sonra, bir önceki paragrafta kaldığımız yerden devam edelim. Artık midemizi bulandıran aynı kurguyu yine gördük Paris'te. Ceplerinde tesbih yerine kalaşnikof taşıyan, kötü kalpli acımasız ''Müslümanlar'' yine insanları katlediyordu. Ama bu olayda yine benim gözüme daha ilk duyduğumda ciddi derecede aşırı geri zekalılık ürünü saçmalıklar dizisi çarptı. Ve bu kadar büyütülen olaylarda aşırı derecede geri zekalılık ürünü saçmalıklar dizisi varsa, bunun bir kurgu olma olasılığı %99'dur.


Lakin şimdi burada dedektifçilik oynamayacam. ''Olay saatinde tam olarak neredeydiniz kuzum?'' gibi sorularla meşgul olmayacaz. Yalnızca birkaç mantıksızlık üzerinde birkaç kelam edelim o bize yeter.

Mesela bu olay bana 11 Eylül'ü hatırlattı. Dünyada güvenlik seviyesi en yüksek olan ülkenin finans merkezine ellerini kollarını sallaya sallaya uçak sokan mağara kaçkını Araplar senaryosu ne kadar insanı gülmekten kabız yapacak kadar ileri geri zekalılık ürünü bir şey ise, Avrupa'nın ve dünyanın en gözde, en ünlü ve güvenlikli şehirlerinden biri olan Paris'in orta yerinde 11 Eylül misali ellerini kollarını sallaya sallaya, hatta kameralara poz vere vere dolaşan, ''ananızı belleyeceğüüükkkkk!!'' diye kalaşnikoflar eşliğinde naralar atan Gargamelvari kötü kalpli terörist Müslümanlar algısı da bir o kadar ileri geri zekalılık ürünüdür.

Nokta. Full stop. Period.


Zaten bende olayın tamamen koptuğu an, faillerin araçlarında ''kimliklerini unuttuğu'' andır. Tabi 11 Eylül'de uçağın bile yanarak yok olduğunu söyleyenlerin Müslüman Arap pasaportu bulmalarını hatırlarsak, Müslüman kimliğinin bu tür durumlarda ne derece kullanışlı olduğunu ve iman gücüyle bu tür olaylardan tek bir hasar almadan kurtulduğunu tekrar görmüş oluruz. Bu kimlik ve pasaportlar okunmuş falan olsalar gerek herhalde..


Tabi, olur da katliam yapmaya giderken, girişte kimlik kontrolü falan yaparlar düşüncesiyle kimliklerini yanlarına almışlardır. Gayet normal olum. Ne var bunda anasını satayım. Şurda usulüne göre adam öldürmeye gidiyolar, bütün evrakları tam olması lazım. Bilmeyeniniz var galiba, Fransa'da kimliksiz adam öldüremiyormuşsun. Yasakmış yani. Mutlaka kimlik ya da ehliyet lazımmış. Fotoğrafın da en az bir yıl içinde çekilmiş olması gerekiyormuş. Akbil falan da geçerli mi onu bilmiyorum ama, kimlik ya da ehliyet şart diye duydum. Aksi halde bu belgeler olmadan adam öldürmek büyük suçmuş yani. Hani aklınızda bulunsun. Bi yeri falan taramaya giderseniz, yanınızda mutlaka kimlik bulundurun.


Tabi kimlik bulunduktan ve dünyayla paylaşıldıktan sonra, olayın faillerinin ikisi de öldürüldü. Sanırım dünyanın onların kim olduklarını bilmesi yeterli idi. Olur da bir şeyler söyleyebilirler endişesine falan gerek kalmadı böylece sanırım. Ama olur öyle.


Ben size başka bir şey daha diyeyim mesela.
Fransa kısa süre önce Filistin'i devlet olarak tanımayı kabul etti. Hemen akabinde gerçekleşti bu olay. Bilemiyorum, bakarsın ilgisi vardır.


Ayriyeten Avrupa'nın şuan karışık olduğunu unutmayın. Çünkü Müslüman nüfusu inanılması cidden güç bir şekilde artıyor. Ki geçenlerde yazdığım bir yazıda, -hangisi hatırlamıyorum- yakın bir gelecekte Avrupa nüfusunun tamamına yakınının Müslüman olacağını gösteren bir araştırma yayınlamıştım.


Bu yüzden Avrupa'nın bu gibi büyük ülkelerinde ırkçı gruplar finanse edilip sokaklara çıkarılıyor. Avrupa'nın Müslümanlaşmasına karşı olduklarını haykıran binlerce faşist grup eylemler düzenliyor. Çünkü bu sosyalist veya komünist olduklarını sanan geri zekalı embesil ergen gençliğinin ipleri de, tıpkı bizdeki gibi, üst kattaki beyaz yakalı para babalarının ellerinde. Ve Avrupa'nın Müslümanlaşması demek, dünya düzeninin tamamen değişmesi demek olur. Eğer nüfus Müslümanlaşırsa hükumetler de Müslümanlaşır. Hükumetler Müslümanlaşırsa, bir süre sonra özel sektörlere ve özellikle de bankalara müdahale edilir. Tüm bunlara müdahale edilirse de, dünyanın neredeyse tamamını sömürgesi haline getirmiş olan Avrupa küresel gücü dağılır. Vatikan denen şirket de iflasını ister. Papa sokaklarda mendil satarak hayatını devam ettirir.


Ayrıca Müslümanlaşan Avrupa Filistin'in bağımsızlığını tanır. Bunun yanında da İsrail'i terörist devlet ilan eder. Bu gücü ellerine geçirdikten sonra da tüm dünyadaki banka sistemine el atarlar. Tüm insanlığı kölesi haline getiren faiz sistemi İslam ile taban tabana zıt olduğundan, bu sistemi ortadan kaldırırlar. Böylece borçlu insan kalmaz. Faiz borçlarının kayıtları silinirse, her şey tekrar başa döner, ekonomik eşitliğe bir adım daha yaklaşılmış olur.


İslami kurallar getirilir. Mesela hırsızlık yapanların elleri kesilir. Böylece insanların yıllarca boğazından keserek ve gece gündüz demeden biriktirdikleri paraları ve değerli eşyaları çalan, kapı imalatçılarının her sene daha güvenlikli bir kapı yapmak zorunda bırakacak derecede ipini koparmış, gözünü karartmış olan onun bunun çocukları, ellerinin kesilmesine razı olamayacakları için hırsızlık yapmayı bırakır.


Ve teknolojik aletler olmaksızın dünyaya 600 sene hükmetmiş, nizam vermiş olan Osmanlı gibi bir İslam Devleti, bir İslam Birliği; bu kez küffarın elindeki bu teknolojik icatlara sahip olarak geri gelir. Ve bu kez bu güçle 600 yıl değil, en az 1000 sene kalır ve hükmeder.


Yani kısacası, Avrupa'nın ve Amerika'nın Müslümanlaşmaması gerekir. Bu yüzden de her sene düzenli olarak terör saldırıları düzenlenir ve bu olay Müslümanlara mal edilir. Müslümanlar teröristtir algısı yayılır. Işid'ler, Taliban'lar, Boka Haram'lar, El Kaide'ler türetilir. Biz asıl Müslümanlar evimizde oturup insanlara nasıl faydamız dokunabilir, onlara İslam'ı nasıl anlatabiliriz diye düşünürken; bu tür batı menşeili istismar örgütleri kameraların karşısına geçip, onun bunun kafasını keser. Böylece bütün Müslümanlar terörist olur.


Ama bu tiyatronun farkına varan insanlar ciddi anlamda çoğaldı yıllar içerisinde. Çünkü aynı tiyatroyu farklı oyuncu kadrosuyla yüz yıldan fazla süredir oynamakta bu zevksiz sanat anlayışına sahip batılı sömürgeciler. Gerçi sömürgecinin doğulusu batılısı da olmaz. Sömürgeci sömürgecidir. Bugün haberlerde hiç ''Çin Zulmü'' diye başlıklar duymuyorsanız, bu Çin'in masumluğundan değil, birilerinin bunu duymanızı istemeyişindendir. Lakin küçücük Avrupa'nın bütün dünyayı sömürdüğü de bir gerçek şimdi. O yüzden birçok sömürülenden ''batılı beyaz adam'' tasvirini duyarsınız.


Bu tür küresel saldırı tiyatrolarıyla elde edilmek istenen sonuç; çoğalan Müslüman sayısını durdurmak ve azaltmak, dahası birçok ırkçı örgütü sokağa salarak eylemler yaptırmak, bunun yanında halkın da Müslümanlar konusunda sabrını taşırmak ve tüm Müslümanlardan nefret eder hale getirterek, Müslüman nüfusu Avrupa'dan göçe zorlamak. Tabi bütün yeraltı kaynaklarının yine Müslüman coğrafyasında olduğunu hatırlarsak; ''Siz lanet teröristlere biraz medeniyet öğretmek lazım, bu yüzden ülkelerinize gelecek ve bunu yapacağız, sizi medenileştirecek ve insanlığı öğreteceğiz. Yoksa sürekli birbirinizi patlatmaktan vazgeçmeyeceksiniz. Dünyanın güvenliği için sizi kontrol altında tutma yardımseverliğini üstleneceğiz.'' deme amacındalar.


Ama hesaba katmadıkları bir şey var. Çünkü artık bu coğrafyada ''medeniyetinizi alın ve bi tarafınıza sokun!'' diyecek nesiller yetişiyor. ''Müslümanlar teröristtir!!!'' diye bağırdıklarında; ''hadi ordan şekerim, hadi yandan yandan canım, hadi gülüm hadi...'' diyecek insanlar olacak. ''Demokrasiii!'' diye gelmeye kalktıklarında; ''yav he he..'' diyecek toplumlar olacak. Batılı beyaz adam; ''Medeniyetin, insan haklarının, demokrasinin ve özgürlüklerin koruyucu olarak bizleerr...'' diyerek bir şeylere kalkışınca; ''asddsaövfsalşöşlkfbölşfövbflşöşL :)))) :-) :) '' diyecek bir insanlık olacak.

Sığ kafalı özgürlük anlayışı
Şimdi yazının başında bahsettiğim on iki ölü meselesine geri dönelim yine.
Gavur dayanışması bir şey vardır bilir misiniz?
Ben iyi bilirim.

Bu dayanışmanın temel maddeleri şöyledir;

  • Eğer ölen veya öldürülen kişi veya kişiler Müslüman ise, asla ve kat'ha sebebi veya faili önemli olmayıp, kesinlikle tepki gösterilmez.
  • Fakat ölen kişi veya kişiler gavur ise, sayı, sebep ve müsebbip asla önemli olmayıp, kesinlikle bundan çokça bahsedilir, eylemler yapılır, destek olunur.
  • Ölen Müslümanlar hakkında haber yapmak bile zaman ve para kaybıdır, buna binaen gereksizdir. Ki zaten dünyadaki Müslüman sayısı azaldığından, bu bizi mutlu edecektir.
  • Amma ve lakin dünyadan bir gavur bile eksilirse, bu mesele ile dünya meşgul edilecektir.
  • Ölen veya öldürenler Müslüman ise, ''özgürlük, insan hakları, insan hayatının kutsallığı'' gibi kavramlar tamamen gereksiz birer klişeden ibarettir.
  • Fakat ölen veya öldürülen kişiler gavur ise; ''siz ne biçim insansınız, burada insan hayatı söz konusu'' tarzından aşırı duygusallık ve bunun yanında timsahlardan alınan hakiki, orjinal timsah gözyaşları kullanılacaktır.
Diğer maddeler de bu ve bunun gibi işte. Bir nevi anayasadır bu. Uyulması şarttır.


Birkaç ay önce Filistin'de her zamanki geleneksel katliamlarına devam eden İsrail'e, bu batılı ülkelerden veya şuan ''hepimiz Charlie'yiz'' diyen şakşakçılardan en ufak bir tepki geldiğini hatırlıyor musunuz siz? 

E Suriye'de üç senedir Esed denen bir dallama üç yüz binden fazla insanı öldürmedi mi? Üç yüz bin diyorum lan! 
300.000! 
3x100.000

1x300.000
yalnızca bu küçük odada on ikiden fazla ölü çocuk var!

Bana bu eyleme katılan devlet başkanlarından ve ilgi gösteren medyadan, ve de ''hepimiz Charlie'yiiiieeeezzz ğööööö'' diyen şakşakçı yardakçılardan bir tanesinin bu ölümlere ses çıkardığını gösterin.

Adları Charlie olmadığı için dikkat çekemediler ne yazık ki..

Bizim ülkemizde de adı Charlie olanlar türedi bu arada tabi.
Which is expectable.

Paris için tivit atan ünlüler, medya patronları, bunu yanı başındaki insanların ölümünden çok daha değerli görüp sürekli haber yapan medya.. Ne ararsan var.. Türkiye'de basın özgürlüğü yok diyenler var ya hani, işte burada haklılar. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım hacı. Doğruya doğru. Türkiye'de basın özgürlüğü yok. Çünkü basının %60'dan fazlası Alman ve Avrupa sermayesinin. Ufak bir araştırma yaparak hangi medya kuruluşlarının bu sermayeye ait olduğunu kendiniz bulabilirsiniz.


Bir Fransız küresel siyaset tiyatrosu izledik. Bütün dünya son bir yılda Ortadoğu'da ölen bir milyondan fazla insanı, yüz binlerce bebeği, kadını çocuğu unuttu ve on iki tane asil Fransalı kardeşleri için medyayı ve dünyanın geri kalanını ayağa kaldırdı. Fransızlar Fas'ta, Cezayir'de yaptıkları inanılmaz insan kıyımlarını unuttular ve kaybettikleri on iki kişi için dünyadan kendileri için gözyaşı dökmelerini bekliyorlar. Ben ''iyi ki öldürülmüşler'' tiplerinden değilim. Ama yanı başımda her gün binlerce insanın katledildiğini veya açlıktan öldüğünü görüyorken, bir buçuk milyar insanın en kutsal saydıkları şeye hakaret ederek para babalarından para cukkalayan, vicdanında bunun için en ufak bir pişmanlık veya rahatsızlık duymayacak kadar insanlığını yitirmiş olan birkaç insanın öldürülmesi benim ilgimi çeken konular arasında değil.


Sağımda milyonlarca ölü varken, kimse benden soluma dönüp bir tiyatro olarak ortaya atılan birkaç ölüye gözyaşı dökmemi beklemesin. Ben ölen her insan için üzülürüm, eşit üzülürüm ama. Müslüman da ölse, Hristiyan da ölse, ateist de ölse, Sultanahmet Köftesine tapan insan da ölse üzülürüm ben. Ama milyonlarca ölüye dönüp bakmayıp da, on iki adamın öldürülmesine gavur yasası dayanışması gereği sahte insancıllık oynayan şebelek tiplere hayatım boyunca karşıyım.


Filistin'li, Suriye'li ölenleri hatırlayıp da; ''Benim adım Ahmed, benim adım Ömer, benim adım Mahmud'' diyenleri görmeden, ''benim adım Charlie''ciler, benim gözümde ancak ve ancak ''Charlie İş Başında'' dizisindeki ''Maymun Charlie'' olabilirler.


Adım Charlie değil. Ve ölen iki insan arasında seçim yapıp; Ahmed yerine Charlie'yi savunan bütün maymunlardan nefret ediyorum. İnsan hayatına verdikleri değer bile modernizme göre şekillenen, batılı hayatını doğulu hayatına tercih eden elitist, okumuş aydın olduklarını sanan beyaz kafaların hayat anlayışlarına en balgamlı şekilde tükürüyorum.

8 Ocak 2015 Perşembe

İADE-İ İTİBAR; FADİME ŞAHİN


Esselamu aleyküm.

Hepimiz tuhaf insanlarız. Bazen çok kolay inanıyoruz. Bazense bizi inandırmak deveye hendek atlatmaktan çok daha zor oluyor. Bazen ise o deve o hendeği atlasa da, biz deveye de hendeğe de inanmamayı seçiyoruz.


Neredeyse hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Teknoloji ve bilimin gelişmesiyle övüneduran insanları bir kenara koyun, çünkü bilimin bu kadar ilerlediği günümüzde, insanların aynı oranda aptallaşması çok tuhaf. Bilim ilerledi, insanlar aptallaştı; teknoloji ilerledi; insanlar tembelleşti. Yaşlı dünyamız ise bilim ve teknoloji adına yapılan tüm o deneyler ve buluşlar nedeniyle ölüm döşeğinde, ateşi çok yüksek şekilde, serum alarak yaşamaya çalışıyor. Doktorlara göre ise ömrü oldukça azaldı. Kendimizi en kötüsüne hazırlamamız ve kalan günlerini en mutlu şekilde geçirmesini sağlamamız konusunda tavsiyeler aldık. Allah affetsin.

Dünyayı değil tabi. Onu öldürenleri.


Neredeyse hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yaşadığımızdan bahsetmiştim. Neye inanmamız isteniyorsa ona inanıyor, nasıl yaşanmamız isteniyorsa ona göre yaşıyor, neleri savunmamız ve nelere muhalif olmamız isteniyorsa bunlara göre bir şeyler savunuyor ve bir şeylere muhalefet ediyoruz.


28 Şubat 1997 tarihinde, bir cumhuriyet geleneği olarak ordu yine yönetime el koydu. Gerekçeleri ise her zamanki gibi aynıydı; ''Etkisi azalan Atatürk ilke ve inkilaplarını yaşatmak ve laikliği korumak''
Yobaz kemalist kesimin ve seyyar laik teyze kafasının her defasında savunduğu bir gelenek halini almıştı askeri darbe. Çok sevdiğim ağabeyim Erem Şentürk'ün yüzde yüz katıldığım deyimiyle; ''Bu kemalist, sekülerist kafanın, postalla aralarında pornografik bir fetişizm var. Postal yalamaya gerçekten bayılıyorlar.''

+18
Her on senede bir halkın seçtiği iktidar asker tarafından indirilecekse, bizi neden yıllarca; ''cumhuriyet halkın kendi kendisini yönettiği bir yönetim biçimidir. Atatürk bize bu yüzden bu özgür ve demokratik cumhuriyeti hediye etti. Özgürlüğümüzü kazandık.'' gibi bir yalana inandırdılar sizce?

Neyse başka yazıda artık..

Darbeci demokratlar tarafından her 10 yılda bir düzenli olarak yalanan postal

28 Şubat postmodern darbesinde, ülke ''Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı'' isimleriyle sabahlıyor ve geceliyordu. Ve medya, bu üç ismi kullanarak bir darbe devşirdi. Yıllar sonra bunların nasıl tezgahlandığını da binlerce tanık ve belgeyle gördük. Fakat 98 doğrunun yanında, bizi bir iki yalana da maruz bıraktılar.


Evet 28 Şubat Çevik Bir'in de dediği gibi başta İsrail, sonra da Amerika'nın çıkarları doğrultusunda yapılmıştı. Evet 28 Şubat bir komplo, bir tezgahtı. Birçok ifşalar geldi ard arda. Fakat aralarından bir tanesi yanlıştı; Fadime Şahin.


Ben de dahil olmak üzere, birçok postal yalayıcı pornografik fetişizm taifesine düşman olan kesim ne yazık ki Fadime Şahin konusunda anlamadan dinlemeden, yalnızca birkaç uydurulmuş yalana inandık. O yalan Fadime Şahin'in bizzat darbe odaklarından aldığı görevle ortaya çıkan, paralı bir oyuncak olduğuydu.


Fakat geçenlerde Emine Şenlikoğlu'nun Fadime Şahin ile yaptığı bir röportajı okudum. Ve gerçekten ne kadar büyük bir hata yaptığımı gördüm. Çünkü kendisi hakkında darbe zamanında söylenenler de, darbe sonrası söylenenler de yalandı. Lakin anlamadığım bir şey vardı. Darbe zamanında uydurulan yalanların kimlerin ve hangi amaçlar doğrultusunda üretildiği malumdu; peki darbe sonrası, bu darbeyle hesaplaşanların arasında bu tür bir yalanı veya yalanları uyduranlar kimlerdi?


Ortada dolaşan birileri, iki taraf adına da yalanlar uyduruyordu.
Ve bu da bana yine kendisinden çok şey öğrendiğim Ousmane Sembene'yi hatırlattı;

''Her gelen gemiden, kıyımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı. İlk gelenler zulmettiler; arkasından gelen arkadaşları, zulmü durdurma vaadiyle bizi ele geçirdiler.''


Bahsedilen sistemin yalnızca Afrika'da olduğunu sanmayın sakın. Bu sistem her yerde işledi ve hala işliyor. Size önce bir düşman, sonra da o düşmanın karşısında duran dost görünümlü bir başka düşman gönderirler. Sizi özgürlük için ayaklandırırlar. Fakat sizi özgürlük için ayaklandıranlar, özgürlüğünüzü çalanlarla her akşam aynı masada on bin dolarlık viskilerini ve şaraplarını yudumlarlar.


İçimizde, bizden gibi görünen ve 28 Şubat'ın tek darbe almayan Müslüman isimli cemaati olan bir cemaat vardı; The Cemaat. Siyaseti sevmeyiz diye insanları kandırıp, kendi bürokrasisini kuracak kadar büyük maddi ve derin bir güce sahip bir topluluk bu. İçimizdeki İrlandıları da tanımış olduk böylece.


Lakin konumuz The Cemaat değil; Fadime Şahin.
Fadime Şahin'in Emine Şenlikoğlu'na verdiği röportajın tamamı şu adreste; Link


Özetle kendisi medyanın tehditleri üzerine kullanılmış biri. ''Neden 28 Şubat döneminde televizyon programlarına çıktı?'' sorusu hepimizin aklına geldi, benim de öyle. Sebebi medyanın kendisini ve ailesini tehdit etmesiymiş meğer, bunu yıllar sonra öğreniyoruz. Darbe ile hesaplaşma döneminde ise sürekli olarak Fadime Şahin olduğu söylenen kadınlar ortaya atmışlar. Ona biraz benzeyen ya da benzetilen kadınları medyaya servis edip; ''İşte Fadime Şahin'in son hali'' şeklinde haberler yaptırmışlar. Ne yazık ki ben de buna kapılanlardan olmuştum. Ama aksini görmek ve kabullenmek, ben ve benim gibiler için yeterli olmaz asla. Çünkü beni okuyan binlerce insana söylediğim şeylerin tekzibini yapmak zorundayım.


Zaten verdiğim röportajı okursanız her şeyi kendiniz göreceksiniz. Kendisine kızdığım ve sinirlendiğim çok şey var evet, ama bunlar ona bir iftira atmamıza sebep olamaz, ya da atılan iftirayı tekzip etmemize engel olamaz.

İnsanlar hakkında bir kanaate varırken daha dikkatli olmamız dileğiyle.
Saygılar..

1 Ocak 2015 Perşembe

MODERN GÜNAHLAR


Esselamu aleyküm canlar.

Dünya yeni bir hale büründükçe, insanlar da yepyeni hallere bürünmeye başladı. Kafalardaki anlayışlar ve standartlar değişti, ölçüler değişti, bakış açıları değişti. Bir şeyleri yapma veya anlama yolları da değişti, ama varılan yer hala değişmedi. Ki bazı şeyler asla da değişmeyecek.


Örneğin insanların yedikleri yemeklerin türleri değişti. Kimi ürünlere GDO katkısı yapıldı, kimi ürünler ilk defa ortaya çıkarıldı. Fast food denilen ve milyarlarca insanın yediği şeyler üretildi. Lakin yemek türleri değişse de, insanların bunları yeme amacı veya onlara gerek duydukları gerçeği asla değişmedi. Binlerce yıl önce de insanlar acıkıyor ve yemek yiyorlardı, şimdi de öyle yapıyorlar.


Belli sınırlar çerçevesinde her şey değişir; yine belli sınırlar çerçevesinde hiçbir şey, asla değişmez. Bu gerek insan olmanın, gerekse doğanın ve evrenin kanunudur.


Fakat gelin görün ki, birçok günümüz insanı, değişebilen ve değişmeyen bu şeylerin arasında kalmış. Ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar, çünkü düşünmüyorlar. Düşünseler de, içinde bulundukları çağdan bağımsız düşünemiyorlar. Beyinleri köleleştirilmiş. İçinde bulundukları çağ, beyinlerini ele geçirmiş ve kendisinden bağımsız düşünmesine asla izin vermiyor.


Bu yüzden etrafınızda ve her yerde arafta kalmış insanlar görürsünüz. Sizin gibidirler. Normal görünüşlü, normal alışkanlıkları olan, yemek yeyip uyuyan insanlardır. Fakat göremediğiniz kısımda, yani beyinleri ve kalplerinde ne yazık ki koca koca kelepçeler taşıyan insanlardır.


Kafaları o kadar karışmış, o kadar allak bullak olmuş insanlardır ki, kötü bir şeyden bahsettiğinizde ve bahsedilen bu kötü şeyi kendisinin yapıp yapmayacağını söylediğinizde, cevabı kesinlikle ''tabiki asla yapmam'' tarzında, oldukça kararlı ve ikna edici olacaktır. Lakin aynı şeyin başka versiyonunu, yalnızca başka bir forma bürünmüş olan halini belki de her gün yapıyordur. Ya da yapılmasına ses çıkarmaz.


İşte bu da günümüz dünya sisteminin, insanların kafalarının içine ne denli girdiğini ve onu ele geçirdiğini gösterir. Buna elle tutulur örnek verecek olursak eğer; sokaktan geçen sıradan bir insana ''hırsızlık nasıl bir şeydir?'' ve ''Hırsızlık yapar mısınız?'' sorularını sorarsak, neredeyse tamamına yakını bunun çok kötü bir şey olduğunu ve asla yapmayacaklarını söyler. Bunu onlara kafalarındaki hırsızlık tanımı söyletir.


Lakin aynı insanlara daha önce hiç başkasının wifi'sine bağlanıp bağlanmadıklarını, hiç internetten dizi veya film izleyip izlemediklerini, ya da şarkı indirip indirmediklerini sorarsan, neredeyse hepsi ''evet'' cevabını verecektir.


Öyleyse ufak bir beyin fırtınası yapalım.

Bir film veya dizi yapımı için oldukça yüksek paralar harcanır. Oyunculara verilen paralar, ekipmanlar, iş ekibi, kiralanan yerler vs vs.. Tüm bunlar oldukça yüksek meblağlar karşılığında yapılır ve bizim bildiğimiz ve izlediğimiz diziler ya da filmler haline getirilir. Bunun karşılığında ise, televizyon veya sinemada izlenme oranlarına göre para kazanırlar. Bir süre sonra da DVD ve CD'ye aktarılan bu dizi ve filmler, yine yapımcı şirkete para kazandırır. Kısaca dizi ve filmlerin yapılış amacı, diğer tüm işlerde olduğu gibi para kazanmaktır.


Fakat bir insan gidip de bu dizi ve filmleri internetten izler veya korsan CD-DVD'sini satın alırsa, sahibine para kazandırması gereken bu dizi ve filmler para kazandıramazlar. Yani bu, birinin evine girip cebinden para çalmakla eşdeğer bir harekettir. Çünkü bu iş için, yapımcıların cebinden para çıkmıştır. Ve alınan korsan CD-DVD'ler ve internetten izlenen film-diziler, bu adamların parasıyla yapılmıştır. Demek olur ki, bu iş o adamların cebinden paralarını çalmakla eşdeğerdir.


Hakeza film,dizi ve bazı belgesellerde ''yasal uyarı'' kısımları olur, hani şu izlediğimiz şey başlamadan önce kimsenin asla takmadığı hatta zaman kaybı diye ilerlettiği kısımlar var ya, işte onlar. O kısımlarda ''bu filmin çoğaltılması ve izinsiz satılması, internetten indirilmesi... suçtur'' gibi şeyler yazar.

İşte o şeyler suçtur.

Aynı şeyi şarkılar için de söyleyebiliriz. Oyunlar için de söyleyebiliriz. Aynı yasal ibareyi taşıyan her şey için söyleyebiliriz. Çünkü birilerinin emek ve para harcayarak ürettiği ve para kazanmak için satışa çıkardığı şeye, üretenlere para kazandırmadan sahip olmanın adı ''hırsızlık''tır.


Yani, ''hırsızlık nedir?'' ve ''hırsızlık yapar mısınız?'' sorularına kesin bir tavırla ''asla'' diyen insanların neredeyse tamamı, mutlaka bir kez bile olsa internetten dizi, film, belgesel, şarkı indirmiş veya izlemiş; ya da korsan DVD-CD almıştır. Ya da başkasının wifi'sine bağlanmıştır.


Bu da demek olur ki, insanların kafalarındaki hırsızlık kavramı değişmiş. Kafalardaki bu kavramla oynanmış. Ve insanlar yaşadıkları bu çağın düşünce sisteminin öyle veya böyle kölesi olmuşlar. Beyinlerine ve kalplerine bağlanan kelepçeler sayesinde düşünemiyorlar. Çünkü birkaç dakikalık bir düşünce bile, bu olayı anlamalarına yetecektir. Fakat insanlar düşünmek istemiyor. Böyle mutlular. Gözlerini kapatıp, kafalarında yarattıkları bir hayal dünyasında yaşıyorlar. Lakin gözlerini açsalar adeta bir cehennemde yaşadıklarının farkına varacaklar. Tek yapmaları gereken şey ellerini gözlerinin önünden çekmek. Ama gerçek olduklarına inandıkları yalanlarla mutlu olan insanlar, güzel yalanları çirkin gerçeklere tercih etmekte devam ediyorlar.


Sevdiğiniz, ya da karınız veya kocanız tarafından aldatılsaydınız, bunu bilmek ister miydiniz? Yoksa bilmeyerek mutlu yaşamaya devam mı etmek isterdiniz...?


Müslümanlara şunu hatırlatayım;
Eğer bunları yaptıysanız, veya hala yapıyorsanız, hesap gününde hırsızlıktan yargılanacaksınız..


Ama tabi bunun bir çözümü var.
İzlediğiniz veya indirdiğiniz dizi ve filmlerin orjinal DVD-CD'lerini satın alabilirsiniz. Böylece para kazandırmanız gereken insanlara o parayı kazandırmış olursunuz.


Bir diğer yeni nesil günah ise, nette veya telefonda kısaca sanal alemde gıybet etmektir. Yani insanlar hakkında konuşulmaması gereken şeyleri konuşmak, iftiralar atmak. Özellikle bu konu cidden üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira sanal sosyal paylaşım sitelerini kullanmayan insan neredeyse yaşamıyor. Ve buna bağlı olarak da sürekli birileri ya da bir şeyler hakkında yorumlar veya ithamlar yapılıyor.


Arkadaşlarınla bir araya gelip yaptığınız gıybetle, sosyal paylaşım ağlarında veya telefonlarınızda yaptığınız gıybetin arasında hiçbir fark yoktur. Gerçi bu dönemde yüz yüze olsalar da kimsenin gıybete dikkat ettiği, bundan kaçındığı yok ama.. Yine de bazı kimseler bunu yapmaya dikkat ettikleri halde, sanal alemlerde gıybetin alasını yapmaktalar. Çünkü gıybetin ne olduğu konusunda, nelerin gıybete girdiği konusunda ne yazık ki diğerleri gibi kafaları karışık. Düşünmüyorlar.


Bir diğer modern günaha geçelim.
Herkesin akbil basarak bindiği otobüse veya metrobüse, ya da herkesin para vererek bindiği minibüse akbilsiz veya parasız binmek..


Ya da bir kul hakkı olarak sırada yer çalmak..
Mesela ben çoğu zaman otobüs durağına ilk gelirim, ya da benden başka en fazla bir iki kişi olur. Fakat birkaç dakika sonra toplanan kalabalık otobüsü görünce öyle bir canhıraşhane şekilde otobüse doğru hareketlenirler ki, ortada sıra falan kalmaz. İlk binmesi gereken ben, her zaman en son binerim. Hatta bu olurken çoğu zaman da arkamdakilere de yer veririm, çünkü onlardan biriymiş gibi hissetmek istemem. Yani otobüse en son binsen de aynı yere gidecek, ilk binsen de. Öyleyse bu ilk binme savaşı ne? Oturarak gitme hevesi uğruna insanların sırasını çalmak neden? Bu da hırsızlığın bir diğer çeşidi değil mi?


Ya da yolda yürürken insanlara çarpmak ve hiç özür dilememek..
Bildiğiniz üzre aşırı kalabalık bir şehir İstanbul. Neredeyse yirmi milyona yakın insan var. Caddeler, meydanlar ve toplu taşıma araçları günün her saati ağzına kadar dolu. Bu da haliyle insanları birbirlerine fiziksel olarak yakın kılıyor. Çoğu zaman bir gün içinde onlarca kişiyle çarpışabiliyorsun.


Fakat çarpışmanın fazlalığından mı bilmem, birine çarpan veya ayağına basan kimse artık dönüp özür dilemiyor. İnsanlar kaba.

En ufak, zerre kadar hak sahibinin hakkını almadan bir yere kımıldamayacağı bir gün gelecek, unutmayın. En ufak hak sahibi, yanlışlıkla omzunuzun dokunduğu biri bile gelecek ve sizden hakkını isteyecek. Ona sevaplarınızdan vermek zorunda kalacaksınız, yeteri kadar sevabınız yoksa da onun günahını alacaksınız. Terazi şaşmayacak.


Yani en ufak bir şeyin bile karşılığının çok büyük olduğunu bilmesi gereken bizler, nasıl oldu da bu kadar umursamaz hale geldik?


Amerikan dizi ve filmlerinin bizlere dayattığı kişilikler, olmamız gereken kişiliklerin tam tersi istikametinde bugün. Yolda birine çarpınca, ''Hey dikkat etsene biraz!'' diyen kişiye; ''canın cehenneme adamım!'' deyip, umursamaz ve küfürbaz karakterler ürettiler.
''Çok af ederseniz, istemeden oldu'' diyen insanların sayısı giderek azaldı, bir süre sonra da onlarla karşılaşılınca şaşırılır ve ''hmm gerçekten çok kibar biriymiş'' deme durumuna gelindi. Zaten olması gereken buyken üstelik..


İnsanların kafalarındaki yargıları ve ölçüleri değiştirirseniz, onlara her şeyi yaptırabilirsiniz.
''Asla hırsızlık yapmam'' diyen birine, hırsızlığın başka versiyonu olan başkasının wifi'sini kullanmayı veya emeğini çalmayı son derece normal şekilde yaptırabilir ve ''e canım herkes kullanıyo, herkes alıyo'' gibi cevapları verdirtebilirsiniz.


Bense çapın ve insanlığın gittiği bu yönde, çağdaş ve modern olmayı reddediyorum. İnsanlık tarihinin, insanlıkta en geri kalmış çağının çağdaşı; köleliğin ve her türlü sömürünün, iki yüzlülüğün moda olduğu çağın moderni olmayı reddediyorum. Sığ kafalı aydınların ve bin dolarlık takım elbise giyen eli kanlı beyefendilerin kalın hatlarla, kendi kafalarına göre çizdiği çağdaşlık ve modernlik anlayışını tanımıyorum. Bizim gibilerin ufku, bu kalın kafalı kodomanların çizdiği hatlara sığmaz çünkü.


Bu tür insanların, sizi o kendi çizdikleri modernlik, çağdaşlık, özgürlük ve insan hakları çizgilerine uymamakla suçlaması, kendi sistemlerine köle olmadığınızdandır. Unutmayın; kedi uzanamadığı ciğere murdar der..

Saygılar..