24 Şubat 2015 Salı

HERKES O'NU ''YANLIŞ'' OKUYOR


Esselamu aleyküm.

Geçtiğimiz sene oldukça reklamı yapılan ve ses getiren bir kitap çıkmıştı; Herkes O'nu Okuyor adında. Kitabı okumamıştım ama dini bir kitabın bu kadar reklam yapılması hoşuma gitmişti ve ''reklam çok önemli, daha çok dini eser için daha çok reklam yapılmalı'' demiştim.

Sonra o sıralarda The Cemaat'ten olan bir tanıdığım, beni evimizin yakınlarında bulunan bir kolejde yapılacak olan bir söyleşiye çağırdı. Ben ve benden küçük yaşta olan bir başka yakınımla, ''ayıp olmasın gidelim bakalım neler anlatacaklar'' dedik ve gittik.


Konu Resulullah Sav idi. Her zamanki gibi konuşmacılar sahneye çıkıyor ve çok samimi görünen o konuşmalarını yapıyor arada da ufaktan gözyaşı döküyorlardı. Sonra bir baktım ''Herkes Onu Okuyor'' kitabını gösterip, kitabı okumamızı önerdiler. Orada bi kıllanmıştım kitaptan ve okuyasım vardıysa da kalmamıştı artık. Çünkü bu tür adamların yaptıkları tavsiyeler benim için yok hükmündeydi.


Sonra nette dolanırken, malum kitabın 252. sayfasında dikkat çekici bir olayın paylaşıldığını gördüm.
Sayfa şuydu;



''Ancak O'nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, kalbinde iman adına en küçük bir emare bulunan ve kelime-i tevhidin sadece bir yanını bile söyleyerek ''La ilahe illallah'' diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, ''Kim, La ilahe illallah derse, cennete girer.'' buyuracaktı.'' 


Evet, klasik bir ''Dinler Arası Diyalog'' ifadesi.
Tıpkı televizyon dizilerinde ve gazetelerinde geçen; ''Samimi Hristiyanlar da Allah yolunda gidiyor'', ''Herkes kendi zaviyesinden Allah yolunda gidiyor'' , ''Hem Müslüman hem Hristiyan'', ''İsa Peygamber de Allah'ın peygamberi, Muhammed Peygamber de, ikisi de aynı Allah'ın mesajını bize anlatıyorlar'', ''Cuma günleri camiye, pazar günleri kiliseye gidiyordum ve içim huzur doluyordu''
ifadeleri gibi.


Basit bir hedef şaşırtma.
Basit bir bilinçaltı gönderisi.
Tıpkı diğer Stv dizileri ve Zaman gazetesi haberlerinde olduğu gibi, ''99 doğru-1'' yanlış taktiği. Kitabın ismi ve cismi dahil, neredeyse tamamı yararlı ve oldukça güzel bilgilerle dolu. Fakat tam ortalarında, öyle bir mesaj var ki bütün kitabı ve gayesini birkaç cümle ile özetliyor.

Kitabın çok fazla reklamının yapılması, yarışmalarının düzenlenmesi ve de The Cemaat'in bu denli tavsiye etmesinin tek ve ana sebebi 252. sayfada bulunan o birkaç cümlelik ifadedir.


Dinler Arası Diyalog'un amacı da zaten budur. Dinleri tek bir kazanda kaynatmak. Hepsini, özellikle de Hristiyanlık ve İslam'ı ortak noktalarda buluşturmak ve farklılıklardan hiç söz etmeyerek zamanla onları ortadan kaldırmak.


Allah-u Teala, kendi gönderdiği peygamberine inanmayanları, inananlarla nasıl olur da aynı kefeye koyar?


Bakara Suresi, 85. ayette Allah; ''Siz Kitap'ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını red mi ediyorsunuz?'' der. Ve bunların cezasının hem dünyada hem de ahirette çok ağır olacağını ekler. Zaten bir kısmına inanıp da, diğer kısmını reddedenler kafirlerin ta kendileri değil midir?


Ayrıca, Allah'ın hak ile indirdiği peygambere inanmamak demek; ona inen kitaba yani Kur'an'a da inanmamak demektir. Peki Kur'an'a inanmayan kişi, Allah'a inanmış sayılır mı? Kur'an'a inanıyorsa, gönderilen peygambere de inanmak zorundadır, çünkü Kur'an ona inmiştir.


Ayrıca, bırakın bir kısmını reddetmeyi; Kur'an'ın bir ayetini bile reddetmek kişiyi kafir yapar. Hristiyanlar ve Yahudiler ise hem kafir, hem de müşriktirler. Çünkü insan eliyle değiştirilen şeyleri Allah'ın indirdiğine tercih etmek ve Allah'a evlatlar isnad etmek şirkin en şiddetli olanıdır.


Son olarak şunu hatırlayalım;
Ebu Cehil ve Peygamber Efendimiz'in bütün düşmanları hayatlarını İslam ve Müslümanlar ile mücadele ederek geçirmişlerdi. Fakat Ebu Cehil'e hala gerçekten Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna inanıp inanmadığı sorulduğunda, Ebu Cehil; ''Evet inanıyorum. Ama bunu ona söyleyemem. Çünkü onun peygamberliğini kabul edersem, sahip olduğum bütün gücü kaybeder ve onlar gibi sıradan olurum.'' demişti.


Yani Ebu Cehil, Hz. Muhammed sav'e inanıyordu. Onun peygamber olduğunu biliyordu. Ama onun peygamberliğini ve tüm insanların lideri oluşunu kabullenemiyordu. Çünkü o güne kadar hep lider oydu, onlardı. Sahip oldukları saltanatı, gücü, parayı ve şaşalı hayatı bırakamıyorlardı. Yani kibirleri buna izin vermiyordu. Kibirlerinin köleleri olmuşlardı. Ve ölene kadar peygamber olduğunu bildikleri halde Hz. Muhammed sav ile savaştılar.


Yani kelime-i tevhidin bir kısmına inanmak, yarısına inanmak, çeyreğine inanmak, üç bölü birine inanmak, sayı doğrusunda olduğuna inanmak, kabullenmek falan asla yetmez. Zira Allah'a inanan, O'ndan gelen her şeye inanır. Unutmayın, şeytan da Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyor. Ama emirlerine karşı geliyor. İblis Allah'a inanmadığı için şeytan olmadı, emirlerine karşı çıktığı için şeytan oldu.


Bir peygamber; ''Bakın ben Allah'ın peygamberiyim, ama bana inanmasanız da olur. Siz Allah'a inanın yeter.'' diyebilir mi Allah aşkına ya? Eğer kendisine inanılmayacaksa, buna gerek yoksa o peygamberin işi ne? Görevi ne?

Veya bir insan, bir peygambere; '' Ben sana inanmıyorum, sen yalancının tekisin, ama seni gönderen Allah'a inanıyorum.'' diyebilir mi? Mantıklı mı? Yumurtaya inanıyorum ama tavuğa inanmıyorum demek gibi bir şey bu.


The Cemaat'ten başka herhangi bir cemaatin diyalog meselesine girdiğini de görmedim ben bugüne kadar. Neden bu konuda yalnızca The Cemaat böyle düşünüyor dersiniz? Ve Müslümanlara Hristiyanların da cennete gideceği, kelime-i tevhidin ikinci tarafına yani ''Muhammeden Resulullah'' kısmına inanmanın gerekmediğini söylemek, İslam'a da, Hz. Muhammed sav'e, Allah'a da ihanet etmek ve iftira atmaktır.


Böyle bir saçmalık olmaz.
Hristiyanlar cennete gidecekse İslam neden indi?
Allah üçtür ve Allah'ın oğlu vardır diyen insanlar kadar zalim, kafir ve müşrik kim olabilir? Bu saçmalık, belki dinini bilmeyen ve aslında dininin ne olduğunu pek de önemsemeyen cahil insanları kendine inandırabilir. Ama Kur'an'ı, Peygamberi ve Allah'ı bilen, İslam'ı bilen hiçbir insan, hiçbir Müslüman böyle ucuz bir saçmalığa inanmaz, prim vermez.


Ve Allah'ın dininden taviz verenler ve bu dine iftira atanlar bizim dostumuz olamazlar.
Ancak cennete sokmaya çalıştıkları Hristiyan ve Yahudilerin dostları olabilirler..
İşte öyle insanlar, mazlumlara yardım götürmeye giden insanlara; ''şehit değiller'' ve ''otoriteden izin almalıydılar'' derler. Fakat kumsalda oynayan çocukların katledilmesini, binlerce Müslümanın evlerinden ve yurtlarından edilmesini çıkıp da kınayamazlar bile.


Onlar; ''İsrail teröristleri vurdu'' diye haber yaparlar. Fakat yeryüzünde İsrail'den daha terörist bir varlık olamayacağını ve her yaptıklarının bir terör eylemi olduğunu söyleyemezler. Onlara göre, elli yıldan fazladır işgal altında olan vatanlarından kalan son toprak parçalarını korumaya çalışan Müslüman Filistinliler teröristtir. Lakin İsrail, bu malum güruh tarafından bir türlü terörist olarak tanımlanamıyordur.


Onlar yurt dışında, kendi ülkeleri hakkında; ''Türkiye terörü mü destekliyor'' diye haberler yapıyor; lakin kendilerini hala takip eden acınası tabanına; ''vatanı milleti koruduklarını ve bu görevi peygamberden aldıklarını'' söylüyorlardır.


Onlar peygambere tivit de attırırlar. Ama onlara görünen peygamber bir kez dahi; ''Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin'' ayetini hatırlatmaz. Onlara nedense doğru olan şeyleri değil; sürekli yalan ve yanlış şeyleri söyleyen bir peygamberleri vardır onların.


Onlar Allah'ın emri olan başörtüsüne karşı savaşılırken evlerinde oturup; kendi kurdukları faiz yuvalarının önlerinde toplanıp, ayetel kürsi okurlar.


Onlar; ''Cebrail parti kursa oy vermem'' diyen, kainat sorumlusu olan pek muhterem hoca efendilerinin bu sözünün küfür olduğunu bile söyleyemezler. Hatta onlar bunu söyleyen hoca efendilerinin birkaç sene sonra İslam'ın bu topraklardaki en büyük düşmanı olan partilerle iş birliği tutması, oy vermesi ve oy istemesi karşısında; ''hoca efendinin vardır bi bildiği'' diyerek tepki gösterirler.


Onlar, İsrail geçenlerde tekrar Gazze'yi bombalamaya başlamışken ve gündem tamamen bununla meşgulken; tam o sıralarda bir konuşmasının haberini yaptıkları ve medyaya düşürdükleri hoca efendilerinin, konu hakkında tek kelime etmeyişinden asla kıllanmazlar. Bu katliamlar sürerken ve binlerce can katledilirken, kainat sorumlusu pek muhterem hoca efendilerinin hükumete beddualar yağdırmasından asla rahatsız olmazlar. Onlar hükumete beddua ederler, fakat İsrail'e ağızlarını dahi açmazlar.



Onlar 28 Şubat döneminde, darbeden hemen önce pek muhterem hoca efendilerinin ekranlara çıkıp; ''Hükumet beceremedi, bıraksınlar.'' , ''Deniz Baykal'ı, Demirel'i, Ecevit'i severim ama Erbakan'ı sevmem.'' , ''Erbakan dini siyasete alet ediyor.'', ''Laiklik tehlike altında''... gibi şeyler söylemesine rağmen kendisinin arkasından giderler.


Onlar bir zamanlar; ''Biz Erbakan'ı ve Milli Görüşçüleri sevmeyiz çünkü onlar siyasetle uğraşıyorlar.'' derken; günümüzde siyasetin dibine vururlar. Hatta siyasetten öte bir siyasete kalkışıp, kendilerine paralel bir devlet kurarlar.


Onlar dini ve hizmet ehli bir cemaat olarak, müzik şirketlerinden daha fazla kasetler çıkarırlar. Seks kasetleri ve telefon dinlemelerini tam olarak seçimlerden önce piyasaya sürerler, seçimlerden sonra ise bu kasetler ve dinlemeler bir anda bıçakla kesmiş gibi kesilirler.


Onlar kendi cemaatinin saf insanlarını yıllarca; ''Müslüman siyasete karışmaz. Siyasetten uzak durun.'' gibi masallarla kandırırlar; fakat eş zamanlı olarak partilerin içlerine adamlarını sokarlar. Askerleri, polisleri, savcıları, hakimleri, rektörleri vardır. Hatta onlar öyle bir cemaattir ki, kendi içlerinden olan binlerce kişi üniversite, avukatlık, hakimlik, askerlik ve polislik sınavlarında en yüksek notları alırlar ve en yüksek makamlara gelirler. Onlar o kadar zekilerdir yani.


Yani onlar garip insanlardır. Yaparlar öle şeyler..

22 Şubat 2015 Pazar

ADALET SİSTEMİ


Eğer bir ülkenin adalet sistemi, o ülkeyi kuranların ve yönetenlerin ideolojik görüşlerine göre işliyorsa; o ülkenin adalet sisteminin yargılanması gerekir.


Eskiyi yıkmak için, ondan kalan doğru olan şeyleri de yıkmak ve yerine daha kötü ve çürüklerini getirmek; hem tarihe, hem de insanlığa yapılmış bir hakarettir.


Sen eğer sırf eskiye ait her şeyi yok edecem diye, doğru yanlış dinlemeden, bakmadan her şeyi adeta alt üst edercesine bir yok etme harekatına girişirsen; getirdiğin etiketi güzel olan yeni sistem, içine girdiğinde bir örümcek yuvası barındırır ve seni sonunda yine eskiye mahkum edecek bir hale getirir.

Kemal Tahir; ''Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü.'' demişti.
Ama yeni devleti kuranlar ve yeni devleti kuranlara tapanlar; ''Biz kazandık, herkesi yendik'' demişlerdi. Halbuki bu işte bir terslik vardı. Herkesi yenen ve kazanan bir devlet, daha kendi boğazlarında bile asker bulunduramıyor ve tek kuruş para kazanamıyorsa ve Milli hudutlarında bulunan bütün petrol bölgelerini masa başında kaybediyorsa, bu işte iş vardı..


Bunun sonucunda bu ülkede iki tip insan oluştu;
1. Kazandıklarına ve bağımsız olduklarına inanan Kemalistler ve Atatürkçüler
2. Kaybettiklerine ve bağımsızlıklarının ellerinden alındığına inanan Osmanlıcılar

Diğer bütün alt gruplar, bölünen insanlar bu asıl iki grubun etrafında oluştu her zaman.

Yeni gelen sistem, eski sistemi öylesine yıktı ki, ona ait hiç ama hiçbir şey bırakmadı geriye. Adalet sistemi, anayasa sistemi, hukuk sistemi, devlet sistemi, eğitim sistemi, ekonomi sistemi, hatta halkın üzerine ne giyeceğine bile el atan, dinlemeleri gereken müzikleri bile belirleyen, ölçü birimlerinden alfabesine kadar her şeyi değiştiren bir sistem getirildi.


Bunların içinden adalet sistemini konuşalım sizinle bugün.

Biz kızımızın öldürülmesiyle ülke yeniden ayağa kalktı malumunuz. Öldürülen milyonlarca masumdan yalnızca bir tanesiydi bu kızımız. Milyonlarca candan bir candı Özgecan. İnsanlar sokaklara çıkıp adalet istediler. Adalet için bir şeyler yapmaya çalıştılar. Fakat işin ilginç tarafı, katil zaten yakalanmıştı. Bu da demek oluyordu ki katil, zaten adalet karşısına çıkarılacaktı.

Peki insanlar neden adalet istiyordu o zaman?
Taptıkları ve korudukları adalet sisteminin önüne çıkarılacak ve yargılanacak olan bu birkaç şerefsiz için, insanlar ''adalet'' diye neden bağırıyordu?


Cevabı çok basit.
İnsan doğasında, daha yaratılışından gelen bazı inançlar, duygular, güdüler ve refleksler vardır. Bunlardan bir tanesi de adalet refleksi, adalet duygusudur. Yani birisi size gelip de bir tokat atsa, ben de atacam diye tutturursunuz. Size yapılanın aynısını yapmak istersiniz. Çünkü sizin çektiğiniz acının aynısını çekmesini istersiniz.

Fakat bunun belirli bir kontrol dahilinde yapılması gerekir. Örneğin bir adam, gelip sizin kızınıza tecavüz eder ve işkence ederek öldürürse; siz de o adamın canını kendi elinizle almak istersiniz. Lakin bunu kendiniz yaparsanız, bu olay devam edebilir ve bir kan davasına dönüşebilir. Çünkü herkes, kendi oğlunu veya kızını öldüren insanı öldürmek isteyecektir. Bu işi ilk başlatan kişi, yani o kıza tecavüz eden ve onu öldüren kişinin; kan ve hak sahibi affetmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Ama bunu yapan karşı taraftan biri olursa, diğer taraf da duygularına hakim olamayıp, oğullarını öldüren insanı öldürmek isterler. Ve kan gövdeyi götürür, nesillere uzanan bir kan davası başlar. Bu da adaleti değil, kaosu ve hukuksuzluğu getirir. Öldürülen bir can, binlerce canın alınmasına sebep olur.. Ve insanlar kendi adalet sistemlerini, hukukun da devletin de toplumun da üzerinde tutarlar.


İşte bu yüzden kısas hakkını uygulamak devlete aittir. Bunu devletin yapması, kaosu ve kan davasını önleyecektir. Aynı zamanda da adalet yerini bulmuş olacaktır. Kısasa kısas.. Böylece insanlar, başkalarına yaşatmak istedikleri veya yaşatmayı planladıkları acıları sonunda mutlaka kendileri de yaşayacağından, buna kalkışmazlar. İnsan öldürme olayları da azalır.

...

Eğer bir toplum, ayakkabılarını evlerinin hemen dışarısına, çalınacak korkusuyla koymaktan çekiniyorsa; kendilerini, evlerinin kapılarını hırsızlardan korkarak koca koca çelik kapılar yaptırmak zorunda hissediyorsa; dükkanlarında bir kamera sistemi olmayanlara deli gözüyle bakıyorsa; televizyonlarda ve gazetelerde istisnasız her ama her gün en az birkaç tane hırsızlık, yolsuzluk, gasp, darp ve dolandırıcılık haberi görüyorsa; o toplumun adalet sistemi çürümüş demektir.


Çünkü adalet sistemi gereken adaleti sağlamadığı için toplumdaki suç oranı bu derece artmıştır. Eğer adaleti uygulayacak makam olan devlet ve devletin uymakla yükümlü olduğu anayasa ve hukuk sistemi, hiçbir suçu önleyecek bir güç olamıyorsa; o ülkenin adalet sistemi çürümüş demektir.


Eğer bir ülkedeki hırsızlar, gaspçılar, darpçılar, dolandırıcılar, yolsuzlar, katiller ve tecavüzcüler ''girerim paşa paşa yatarım'' mantığını taşıyor ve her suç işlediklerinde kısa süreli hapis yatıp, çıktıklarında aynı suçları işlemeye devam ediyorlarsa; o ülkenin ve toplumun adalet sistemi çürümüş demektir.


Eğer bir ülkedeki bir tecavüzcü ve katil, bir kıza tecavüz edip, sonra onu öldürüyorsa ve hapse girip, öldürdüğü kızın anne babasının vergileriyle alınan yataklarda yatıyor, yemeklerini yiyor ve tüm imkanlarından faydalanıyorsa; o toplumun ve ülkenin adalet sistemi çökmüş demektir.


Eğer bir ülkedeki insanlar, akşamları sokağa çıkmaktan ve başlarına bir şey gelmesinden korkuyorlarsa, bunun sebebi de her ama her yerde bir katilin, tecavüzcünün, darpçı ve gaspçının oluşuysa, o ülkede ve toplumda adalet sistemi çökmüş demektir.


Eğer bir ülkedeki yasalar bir ana babadan aldığı vergilerle kendi evlatlarının katillerini besliyorsa; o ülkede adalet sistemi insanlarla alay ediyor demektir. O ülkenin adalet sistemi, bu aşağılık katillerden ve tecavüzcülerden daha suçlu ve daha aşağılık demektir.


Çünkü o ülkenin adalet sistemi, suçlulara zerre kadar bir korku veremiyordur. Bilhassa onları ''insan hakları ve özgürlükler'' başlıklı mide bulandırıcı kalıplarla koruyordur. Yani adalet sistemi mağdurları, mazlumları ve masumları değil; suçluları koruyordur.


Eğer devlet tüm bu suçları caydıracak olan yasalara sahip olsaydı; bizler ayakkabılarımızı kapının dışında gönül rahatlığıyla bırakabilecek, dükkanlarımıza kameralar almak zorunda kalmayacak, soyulmayı önlemek için milyarlarca liramızı çelik kapılara harcamayacak, sokakta yürürken ''acaba gasp edilir miyim?'' diye bir korku yaşamayacak, cebimizde yüksek miktarda para varken ödümüz ağzımıza gelmeyecek, kızlarımıza tecavüz edilecek mi korkusuyla aklımıza mukayyet olmaya çalışmayacaktık.


Tıpkı geçmişimizde olduğu gibi.. Osmanlı zamanında insanlar her vakit namazını camide kılarlar ve camiye giderken dükkanlarının kapılarını kilitlemeye bile gerek duymazlardı. Çünkü hem yasalar toplumu ve insanı koruyor aynı zamanda suçluları korkutuyor ve caydırıyordu; hem de insanlar burada yakalanmasalar bile bir gün ''ahiret'' dedikleri yerde mutlaka sorgulanacaklarını bildikleri için buna tenezzül etmiyorlardı. Toplumun kendi içinde adalet duygusu vardı.


İşte bu batıdan getirilen çakma yeni sistem, eski sistemden çok daha iyi olduğu için getirilmedi. Bu ülkeyi kuranların batılıların yatma şekillerinden, yemek yeme şekillerinden tuvalete gitme şekillerine kadar her şeylerini alma sözleri ve batı karşısında inanılmaz bir aşağılık kompleksleri olduğu için getirildi. Eski olan her şeye, Osmanlı olan her şeye nefret vardı. Çünkü Osmanlı, günlük hayatıyla, giyim kuşamıyla ve en önemlisi de yasalarıyla İslamiyet demekti. Bunu tamamen silmek için batılıların tuvalete gitme şekilleri bile alındı. Binlerce yıl oturarak işeyen bu millet, artık ayakta işemeye başlamıştı.


Çünkü yeni devlet bir ideoloji ile kurulmuştu. Peki ideolojilerin en iğrenç yanlarından birisi nedir bilir misiniz? İdeolojiler, karşı oldukları şey doğruysa bile onu yanlış addederler. Doğru olduklarını bilseler bile yanlış olduğunu söylerler. Ve eğer bir şey karşı oldukları tarafta ise, onun doğru veya yanlışlığını asla ve kat'ha sorgulamazlar; direkt olarak yanlış olduğunu varsayıp karşı çıkarlar. İşte ideoloji tam da böyle bir şeydir. Gerçekle hayali, doğru ile yanlışı ayırt edememe durumudur. İnsanların gözlerinin önüne çekilmiş bir hırs perdesidir o.


Böylece cumhuriyet kurulurken, Osmanlı'ya ait ne varsa, doğru yanlış demeden sildiler, yok ettiler. Binlerce yıllık şöhretiyle var olan ''Türk Adaleti'', ''Osmanlı Adaleti'', ''İslam Adaleti'' gibi deyimlere ve inanışlara bile aldırış etmeden yaptılar bunu. Oğuz Kağan'dan bu yana var olan binlerce yıllık törelere, kanunlara ve adalet sistemine dair ne varsa birkaç yıl içinde çöpe atıldı. Artık binlerce yıllık birikimlerin ve tecrübelerin sonucu olan bir adalet ve hukuk sistemi; yerini yüz yıllık bir batı adalet sistemine bırakmıştı. Savaş meydanlarında bile yapılamayacak kadar hasar, masa başlarında verilmişti millete.


Lakin bu millet savaş meydanlarında olmaya ve ölmeye razıydı her zaman. Öleceklerse bile, kendi miraslarından, inançlarından, törelerinden ve her şeyden önemlisi imanlarından vazgeçmeden ölürlerdi. Onlar uğrunda ölürlerdi. Binlerce yıllık düşmanların adalet sisteminden tut, devlet şekillerine hatta ve hatta işeme şekillerine kadar her şeylerini alarak; kendi benliklerini dünya üzerinden silmek isteyenlerin başlarına geçeceklerini bilselerdi; inandıkları şeyler uğruna, kendi benlikleri uğruna savaşarak ölürlerdi.


Bugün batıdan ithal ettiğimiz bu çakma adalet sisteminde, bir suçlunun suçu ayan beyan ortada olsa dahi; aylarca süren tutukluluk süreçleri, dosyaların hazırlanması, mahkemelerden gün alınması, avukatlar tutulması, bunların savcılar ve mahkeme tarafından izlenmesi, dinlenmesi, sonra bir karar için aylarca bazen yıllarca beklenmesi derken, adalet ya çıkmaz ayın son çarşambası gelir, ya da asla gelmez. Bu da, adaletin bu sistemde bir ütopya olduğu anlamına gelir. Bir suçun işlenmesinden sonra, hüküm vermek için aradan bu kadar zaman geçmesi bu sistemin ne derece kör ve topal olduğunu gösterir.


Öyle ki, insanlar çoğu zaman bir suça maruz kaldıklarında, tüm bu teferruatlarla, zaman aşımlarıyla, avukatlar ve mahkemelerin aptal ve saçma salak işleriyle uğraşmamak uğruna konuyu asla yargıya taşımıyorlar bile. İnsanlar ''amaan şimdi şu kadarcık şey için beni aylarca uğraştıracaklar, bi sürü iş açacaklar başıma'' diyerek adalete başvurmayı bile düşünmüyor; çünkü bu adalet sistemine olan güven işte bu kadar düşük.


Küçükken ben ve arkadaşımın telefonunu çalmışlardı. Ufak tefek bir şeyiz o zaman. Önümüze tam da sokakta hiç kimsenin olmadığı sırada iki tane izmandut gibi herif çıkmıştı ve çeşitli dalaverelerle telefonlarımızı almışlardı. Anlamıştık aslında daha ilk saniyede bu heriflerin yan kesici olduklarını ama, bizim boyumuz 1 metreydi daha; adamlar da eski Beşiktaşlı Ailton tarzı tiplerdi.


Olaydan sonra hemen 15 dakika uzağımızdaki polis karakoluna gittik. Tabi polis karakoluna 15 dakika uzaklıkta bir yerde bu yan kesiciliğin olması da ayrı bir komedi.. Telefonlarımızın çalındığı söyledik polis amcalara. ''Biz acıların çocuğuyuz ve teyefonlayımız çalındı amca'' dedik. Velilerimizi çağırmamızı gerektiğini söylediler.

Biz de öyle yaptık.
Ondan sonra gerekli işlemlerin yapılacağı söylendi bize.
Aradan aylaaaarrr geçti ve karakola çağrıldık. Meğer baro bize bir avukat tayin etmiş. Allah razı olsun. Yalnız o avukat nasıl bir avukattıysa artık, adamın suratını yalnızca bir kere karakolun bahçesinde gördüm. Aradan bir sene kadar geçti yine, karakoldan aradılar ve ''hala arıyoruz, şu dosyalar, şu makamlardan gelen incikler cıncıklar....'' falan filan diye gevelediler. Ve aradan birkaç sene daha geçti, bize yine bazı telefonlar ve kağıtlar gelmeye devam etti. Biz de sonunda ''Allah rızası için, o telefonu bulun, sizin olsun. Ya da hiç aramayın artık, gözünüzü seveyim yeter.'' dedik. Telefonu çalanlar onları satalı, parasını yiyeli, sonra onun üzerine birkaç bin tane daha hırsızlık yapalı yıllar olmuş, hala daha kıçıkırık bir telefon için adalet sisteminin çarklılıların dönmesi bekleniyor.


İşte bu yüzden birçok insan artık böyle şeyler için adalet sistemine baş vurmayı akıllarına bile getirmiyor. Lakin insanların güvensizliği yalnızca küçük suçlarda değil, büyük suçlarda da aynı güvensizlik, daha büyümüş bir hal alıyor. Çünkü parası olanın asla mahkum olmayacağı düşüncesi, parası olan kişilerin mutlaka işin içinden çıkacağı gerçeği insanların yine bu sisteme olan güvensizlik sebebi.


Bir avukat tutmanın çok para gerektirdiği, iyi avukat tutmanın ise birçok kişiye bir servete mal olduğu, bu yüzden maddi gücü buna yetmeyen insanların asla bu tür avukatlar tutamadığı bir sistem bu. Hatta birisine dava açmak isterseniz bile sizden para isteyen bir adalet sistemi. Adaleti sağlamanızı isterken bile sizden para isteyen bir sistem, elbette paranın sahiplerinin elinde oyuncak olacaktır. Ve paranın sahiplerine asla dokunamayacaktır.

Hatta şöyle bir örnek vereyim; Cem Garipoğlu, daha vahşice bir cinayetin zanlısı idi. Münevver Karabalut'a önce tecavüz etmiş, sonra da onu parçalara ayırmıştı. Bunu da önceden planlamıştı. Bu işi yapmadan önce bir testere ve koca koca bavul ve torbalar almıştı. Bir süre sonra da yakalanmıştı ve bugün ''Özgecan için içimiz yanıyor. Bunun hesabı sorulacak'' diye timsah gözyaşları satan barolar başkanı Metin Feyzioğlu bu cani herifin avukatlığını yapmıştı.


Bu gibi canileri savunmakta usta olduğuna göre, baro başkanı Metin Feyzioğlu'nun Özgecan'ın katilini de savunması gerekmez miydi? Ya da o adamın da savunulmaya hakkı olduğunu falan. Peki aradaki fark ne? Ben söyleyeyim; Para.

Eğer Özgecan'ın katili de Cem Garipoğlu kadar zengin olsaydı, onu da savunacak milyonlarca Metin Feyzioğlu çıkacaktı. Fakat adam parasız bir minibüs şoförü...



Bu yüzden hapislerin %95'i fakir suçlularla doludur. Çünkü zenginler adalet sisteminin üzerindedir. Ve bunu da herkes bilir. Belgeler hazırlanır, ya da var olan belgeler yok edilir, polisler, savcılar ve hakimler satın alınır ve ensesi ile cebi kalın olanlar için istenilen karar çıkarılır. Bir zenginin hüküm giymesi çok zordur. Anca ülke çapında çok yankı bulan bir suç işlenir o zaman.. Cem Garipoğlu'nu hatırlayın. Özgecan'dan çok daha vahşi şekilde öldürülmüştü Münevver Karabulut. Tecavüze uğrayıp, vücudunun her parçası farklı çöp kovalarına atılmıştı. Aradan aylar geçmiş, ülke gündemini çok uzun süre meşgul etmiş ve ardından şaibeli bir şekilde yakalanmıştı. O zaman da Münevver Karabulut için onlarca eylem, gösteri düzenlenmişti. İnsanlar sokaklara çıkıp eylemler yapmışlardı. Sosyal medyadan bu olaya tepki yağıyordu. Ama sonra ne oldu? Aradan geçen yıllar boyunca her gün ama her gün bir başka cinayet, bir başka tecavüz haberi duyduk..


Çünkü insanlar sokaklara çıkarak yalnızca kendi nefislerini, egolarını ve kibirlerini tatmin ediyorlar. Bu yapılanlar kibir ve ego tatmininden asla başka bir şey değil. Çünkü bu insanlar, sokaklarda bu tür eylemler yaparak, kendilerini olaylar karşısında susmadıklarına ve ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorlar. Ama yapmadıkları ise çok açık. Çünkü sokağa çıkarak tepki göstermeleri ne dün, ne de bugün hiçbir tecavüzü ve katli engellemedi. Yarın da engellemeyecek. En tipik örneğini geçenlerde yaşadık.


İnsanlar eğer gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlarsa, adalet sisteminin değişmesini istemek zorundalar. Bunu talep etmek, bunun için eylemler yapmak zorundalar. Çünkü ancak o zaman işe yarayacak bir şeyler yapmış olurlar. Fakat, işin trajikomik tarafı şudur ki; bu sokağa çıkan insanlar, bu sistemin değişmesine karşı çıkan insanlarla aynı kişiler...


Devrim yasaları, Atatürk ilke ve inkılapları ve laiklik adı altında yapılan bu yasa sistemini koruyan ve değişmesine doksan yıldır karşı çıkan insanlar; bugün sokakta ''adalet'' için gösteriler, eylemler yapan insanlarla aynı kişiler.. Komik di mi..


Geçen gün yabancı bir arkadaşımla konuşuyorduk bu konuyu. Tam biz sohbet ederken yakınımızda bir grup ''Özgecan için adalet eylemi'' yapıyordu. Ben de ona dönüp dedim ki; ''Bu asla işe yaramaz. Yaramadı ve yaramayacak da.'' Arkadaşım dediğim kişi de 52 yaşında haa. Beyaz bir Güney Afrikalı. Zamanında kendisi de bu tür eylemlere katıldığı için bana; ''biz ırkçılık için ayaklandık ve yaptığımız şey işe yaradı, sonunda devletten bir nebze de olsa ırkçılığı uzaklaştırdık'' dedi. ''İnsanlar hükumetleri bu tür eylemlerle bir yasa çıkarmaya zorlayabilir'' diye de ekledi.


Fakat ben; ''Güzel diyosun. Şuan dışarıda gördüğün insanlar, var olan adalet sistemini değiştirmemize engel olanlar ve bu adalet sistemini koruyan insanlar'' deyince; ''Hoouu crap! What the hell are you talkin about man!! That's bulshit!'' diye bir ifadeye büründü. Ve çok mantıklı bir soru sordu;

''Öyleyse bu insanlar neden eylem yapıyor?''

...

Padişah yargılayan ve padişaha hüküm giydiren bir adalet sisteminden; parası olanın yargılanmadığı, yargılansa da hüküm giymediği bir adalet sistemine...

Bir fakir ile bir zenginin davasında, zengin insanların kadıların önüne çıkmak istemedikleri; çünkü orada bu fakir adamla aynı statüye sahip olacağı ve hüküm giyebileceği korkusuyla, olayı kendi içlerinde halletmeyi tercih eden bir toplum ve adalet sisteminden; zengin olanın parasıyla avukatlar tuttuğu, fakirlerin ise asla zenginlerle mahkeme salonlarında boy ölçüşmeye bile kalkışamadığı bir adalet sistemine...


İşte bunlar, sırf ideolojileri nedeniyle İslam hukukuna karşı çıkan insanlar. Karşı taraftaki şey doğru olsa dahi, onun doğruluğu yerine; yanlışı isteyen insanlar..

Ondan sonra;

''Kahrolsun padişahları ve en zenginleri bile yargılayan ve hüküm giydiren adalet sistemi...!!!!''  ;

''Yaşasın bir kıza tecavüz edip, onu parçalara ayırıp, yakıp öldüren ama ana babasının vergisiyle onu besleyen, zenginlerin asla kaybetmediği, bir davanın yıllar sürdüğü ve 20-30 zengin iş adamının 7-8 yaşlarındaki bir kıza tek tek tecavüz edip, hakimin ''kızın rızası var'' diyerek kimseye hüküm vermediği adalet sistemi...''


Ama insanların içleri rahat. Çünkü eylem yapabiliyorlar. Sokaklara çıkıp, kıçlarını başlarını açıp bu tür vahşice katliamlara karşı durduklarını ve çözüm istediklerini haykırmak için dans edebildikleri sürece, insanların içleri hep rahat kalacak..

15 Şubat 2015 Pazar

HADİ TEPKİ GÖSTERELİM !


Dünyalar tatlısı genç bir kız kardeşimiz, bir o.ç. tarafından öldürüldü malumunuz. Bütün Türkiye bunu konuşuyor. Olay bulması gereken yankıyı buldu. Bu, tanık olduğumuz ilk tecavüz ve sonrasında öldürülme vakıası değil. Son da olmayacağına adım gibi eminim. Hatta adımı şaşırırım, unuturum, şüphelenirim; yalnız bu olayın ve benzerlerinin defalarca ve defalarca olacağından asla ve kat'ha şüphelenmem.

Bu can, giden ilk can da değil; son can da olmayacak. Bu can eziyet edilen, işkence edilen ilk can da değil; son can da olmayacak. Sebebini de kısaca konuşacaz aşağıda. Net ve kısa olacak, uzatmaya gerek yok.


Bundan önce ben, bu işe tepki gösterenlere biraz tepki göstermek istiyorum. Bütün Türkiye'de yürüyüşler düzenleniyor. Pankartlar, dövizler açılıyor, naralar atılıyor, sloganlar tekrarlanıyor. Hatta geçen gün Taksim'de bir grup kadın bu olayı protesto etmek için dans etti.


Evet evet dans ettiler. Kameraları karşılarına aldılar ve göbek attılar. Zulmen öldürülmüş gencecik bir kızın ölümünü protesto etmek ve ailesine destek olmak için dans ettiler. Helal olsun. Yani bundan iyisini ben bile düşünemezdim. Onlara reddedemeyecekleri bir teklifim olacak; tanıdıklarından biri her öldüğünde cenazesine gitsinler ve göbek atsınlar. Dans etsinler. 10 Kasım'da atalarını anmak için de dans etsinler. Soma'da maden kazasında kaybettiğimiz canlar için de dans etsinler.

tabi ya, bizim neden aklımıza gelmedi ki.. tecavüzcülerin korkulu rüyası; dans...!

Ulan bir ölümün ardından dans etmek ne demektir lan!
Siz nasıl bir kafadan bacaklı terliksi hayvansınız olum?
Beyinsizler sürüsü.


Bakın çok açık konuşayım, bu suçu işleyen şerefsizlerden daha suçlu olanlar varsa onlar da bu tür insanlardır. Çünkü yapmaları gereken milyonlarca şey varken, bu aptallar sokaklara çıkıp kıçlarını yırtarak bir şeyleri değiştirebileceklerini sanırlar.


Herkes sokağa döküldü bu olay için. Peki bana şunu söyleyin, bunun amacı ne? Bunun faydası ne? Bu yaptığınız şey, bu şerefsizleri korkutacak falan mı diye düşünüyorsunuz? Yani bu herifler; ''hiiiiyyyyyy!!! Lan kadınlar sokağa çıkmış kadın hakları için protesto yapıyooo!!! Şimdi yandık!!! Bundan sonra tecavüzleri, tacizleri ve insan öldürmeyi bırakıyoruz, bu pankartlarla protestolarla asla baş edemeyiizzz!!!'' mi diyecekler?


Eğer gerçekten bu olayların bir daha yaşanmamasını yürekten istiyorsanız, şuan içinde bulunduğumuz rejimi de, onun lanet yasalarını da değiştirmek için hemen bir referanduma gideceksiniz kardeşim. Siz istediğiniz kadar sokaklarda bağırın çağırın, hatta sokaklarda meydanlarda yatın, zerre kadar bir şey değişmeyecek. Zerre kadar hem de.


Doksan yıldır ''Kahrolsun şeriat!!!'' diye bağıranlar, şimdi şeriatın hükümlerine muhtaç hale geldiler. Şöyle anlatayım meramımı; 1400 yıllık İslam şeriatı boyunca bana bir tane, çok değil yalnızca bir tane bu olayın benzerini gösterin. 600 yıllık Osmanlı tarihinde toplamda 5-10 tane hırsızlıktan el kesme vakıası var. Böyle bir olayın yakınından geçen bir olay dahi yok.


Bu yeni devlet ise 90 senedir ülkeyi laiklik denilen Avrupa çakması yasalarla yönetiyor. Devlet işlerine dini kati suretle karıştırmıyor. Laikliği kendilerine din yapmış olanlar, ''laiklik olmazsa yaşayamayız'' diyenler,  90 senelik laik düzende bana bu olayın milyondan fazla olup olmadığını söyleyin hadi. Cevap verin buna.


Şuan mevcut düzen laiklik ve kadın istismarı, taciz ve tecavüzü neredeyse tavan yapmış durumda, hırsızlığa uğramamış neredeyse bir tane ev veya kişi bile kalmadı ülkede, adam kayırma, rüşvet, yolsuzluk ve daha ne ararsan gırla gidiyor. Bu düzen, bu rejim bize mi özgürlük getirdi; yoksa bu kan emici iki ayaklı şeytanlara mı? Tacizcilere, tecavüzcülere mi? Hırsızlara mı?


Ulan millet hırsızlardan korunmak için kapılarını neredeyse saray kapısı kadar güvenilir hale getiriyorlar, milyarlarca lira veriyorlar yalnızca bir kapıya. Ve bunun yanında da güvenlik sistemlerine. Kamera olmayan, güvenlik sistemi olmayan bir dükkan kaldı mı?


Geceleri, akşamları annelerini, kız kardeşlerini, eşlerini bakkala göndermekten korkmayan kaldı mı peki? ''Hırlısı var, hırsızı var'' lafı her birimizin ağzına adeta bir şiar oldu mu, olmadı mı? Ana haberleri her açtığımızda mutlaka ve mutlaka, istisnasız bir veya birden fazla soygun, gasp ve dolandırıcılık haberi görüyor muyuz, görmüyor muyuz?


Peki bütün bunlar olurken mevcut rejim laiklik mi, şeriat mı?
Her şeyde olduğu gibi Avrupa'dan yan sanayi olarak getirilen bu laik düzen de, bir insan yapımı olduğu için elbette lağımdaki dışkı kadar pistir. Çünkü bu düzen hırsızı, gaspçıyı, soyguncuyu, tacizciyi ve tecavüzcüyü korur.


Şeriat kısas der. Yani birisi, haksız yere birini öldürürse onun öldürülmesine hükmeder. Hele ki bu şekilde bir zulüm varsa işin içinde, bunu halkın içinde ibreti alem olsun diye göstererek yapar. Biri hırsızlık yaparsa elini keser. Ve bugünün kokuşmuş, örümcekli kafaları, yobazları, gericileri de ''insan hakları'' diye kıçlarını yırtarak insanlara bu tür cezalar vermenin insan hakları ve özgürlükler tanımına uymadığını savunur. Yani kısasa ve el kesmeye insan haklarını koruma adına karşı çıkar; fakat buna karşı çıktığında milyarlarca insanın ölümüne, darp ve gasp edilmesine, taciz ve tecavüz edilmesine davetiye çıkarır.


Çünkü yasalar ve cezalar artık suçluları caydırmıyordur. Herkeste en fazla; ''girer, paşa paşa yatarım'' mantığı ve düşüncesi vardır. Çünkü hapse girerse, hapiste sıcak bir yatağı, sıcak yemeği, çayı, her türlü spor aleti ve sosyal faaliyet imkanı, sazlı sözlü ortamlar, hatta birçok evde bile olmayan Lig Tv ve maç izleme imkanı vardır. Yani devlet, bu suçluları besler. Birçoğu dışarı çıktığında sokakta kalacaktır zaten. Bu yüzden suç işlemekten asla çekinmez, çünkü işledikten sonra gideceği yer asla çekinilecek bir yer değildir.


Lakin hırsızlık yapanın elini keserseniz; o hırsız elini kaybetmek pahasına hırsızlık yapmayacaktır. 600 senede 5-10 tane vakıa olmuştur Osmanlı'da, unutmayın. Şimdi ise her 5-10 saniyede 6 milyondan fazla hırsızlık vakıası yaşanmakta. Çünkü cezalar caydırıcı olmadığı için, bu gözü dönmüş heriflerin korkusu yok.


Tecavüz edeni hadım ederseniz, o adam cinsel organını kaybetme pahasına bunu yapmayacaktır. İnsan öldüreni öldürürseniz, yani kısas uygularsanız; bu da yine insan cinayetlerini azaltacaktır. Çünkü bu cezalar caydırıcıdır. Fakat sen kalkar ve insan hakları ve özgürlükler adına bu caydırıcı cezaları kaldırırsan; milyarlarca suçsuz ve mağdur insanın insanlık haklarını ve özgürlüklerini ellerinden alırsın.


Suçluyu koruyan bir rejim öylesine içinde çürür ki, halk suçlulardan öylesine çeker ki; insanlar bu rejimin değişmesini, yasaların değişmesini kendileri ister, istemek zorunda kalır. Hatta yalvarırlar.


Sen Müslümanım diyor ve Allah'ın hükümlerine karşı çıkıyor, Kur'an hükümleri yerine insan hükümlerini tercih ediyorsan; Allah da seni, kendi yasalarına böyle muhtaç bırakır işte. İşte size beşeri yasalar ve ilahi yasalar. Karşılaştırın. Hangisi insanlık için daha iyi kendiniz karar verin. Hangisi zamanında insanlık huzur, mutluluk ve güven içinde yaşamış kendiniz karar verin. 90 yıllık cumhuriyet ve 600 yıllık Osmanlı'da suç oranlarını araştırın ve karşılaştırın. 600 yıl, hem de Edirne ile Kars arasına sıkışmış kalmış ufak bir devletçik değil; dört kıt'aya, yedi denize hükmetmiş bir imparatorluğun suç oranları, 90 yıllık laik cumhuriyetin suç oranlarının yüzde biri kadardır.


Ama işe bakın ki bir tanesi; ''Kahrolsun Osmanlı, Kahrolsun şeriat'' diye anılırken, diğeri ''Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın laiklik'' diye anılır.



Güzel bir kapak yapmış arkadaş.
Bu Yılmaz Özdil denilen adam sözcü gazetesinin bir yazarı. Kemalist. aydın, modernist, elitist, çağdaş, ilerici, bilici, laik, demokratik, özgürlükçü ve daha bunun gibi bir sürü kokuşmuş, ucube ve mide bulandırıcı bir lağımdan, bir tuvalet deliğinden farksız sıfatlara sahip bir insansı varlık. Yalnız tüm bunların yaşanırken mevcut rejimin laiklik, yani kendi savundukları rejim olduğunu unutmuş olsa gerek. Hala bizi kendisine esir alan devrim yasaları ve laiklik ile yönetiliyoruz, unutmuş olsa gerek zavallı.

Bir de bu kemalist ve elitist örümcekli kafanın desteklediği fikirler ve eylemlere bir göz atarsanız;


Böle bu tür şeyler görürsünüz.


Yani bir yandan porno konusunda kendi kokuşmuş ve sığ beyniyle bir eleştiri getirirken, diğer yandan da kendi içinde bulunduğu insanların porno hakkını destekleyen insanlardır bunlar.


Sen önce insanoğlunun en doğal içgüdüsü, dürtüsü, güdüsü olan ahlakı ve dolayısıyla toplum ahlakını elinden almak için her boku yap, savun; ondan sonra en temel dürtüsü elinden alınan insanların kendilerini kontrolsüz hayvandan farksız hale getirdiklerinde yaptıklarına sokaklarda eylem yap, dans et.


Çık sokaklarda pornoyu, cinselliği savun, kürtaja karşı çık, üstüne üstlük ''inadına mini etek, inadına dekolte, inadına kızlı erkekli'' diye kıçını yırt, ondan sonra yok efendim bunlar nasıl insanlar, bu cesareti nereden alıyorlar diye Ufo gören masum köylüyü oyna.

Bu pankartı Suphi adında bir minibüs şoförüne de göstermeni rica ediyorum.

Önce çıkardığın yasalarla suçluyu koru, sonra koruduğun bu suçlulara bir de toplum ahlakını yok ederek suç kapısı aç, suça yatkınlık ortaya çıkar; daha sonra da bu suçlar işlendi diye üzülmüş ayağına yat. Sen dünyanın en geri ve gezi zekalı insanısın arkadaşım. Gezide para babalarından aldığın taze 200 liraları cukkala, kapitalizmin göbek adı olan bankacıların sana verdiği görevi tıpış tıpış yap, ondan sonra da kapitalizme karşı direniyorum de.. Önce suçluyu koru, sonra ona bir suç imkanı yarat, sonra da ''şiddete karşıyız'' de..



Bu kokuşmuş ve ucube düzen o kadar derinden sarsılıyor ki her geçen gün, öylesine çatırdıyor ki; yıkılması an meselesi. Ve insanlar, daha kendilerine yaşama özgürlüğü bile vermeyen bu düzeni kendileri yıkacaklar.


''Ahlaksız batılının dinsiz görüşlerinden oluşan sekülerizm, yani laiklik artık ölmüştür. Belki vahşiler ve tecavüzcülerin yaşadığı kokuşmuş ülkeler için uygun olmuş olabilir, ama gelişmekte olan modern bir Müslüman ülke için değil. Laikliğe ihtiyaç duyan bir yönetici batının bu topraklardaki paralı askeri yani bir haindir. Hiçbir hain ise yönetici olmamalıdır.'' tyler