22 Şubat 2015 Pazar

ADALET SİSTEMİ


Eğer bir ülkenin adalet sistemi, o ülkeyi kuranların ve yönetenlerin ideolojik görüşlerine göre işliyorsa; o ülkenin adalet sisteminin yargılanması gerekir.


Eskiyi yıkmak için, ondan kalan doğru olan şeyleri de yıkmak ve yerine daha kötü ve çürüklerini getirmek; hem tarihe, hem de insanlığa yapılmış bir hakarettir.


Sen eğer sırf eskiye ait her şeyi yok edecem diye, doğru yanlış dinlemeden, bakmadan her şeyi adeta alt üst edercesine bir yok etme harekatına girişirsen; getirdiğin etiketi güzel olan yeni sistem, içine girdiğinde bir örümcek yuvası barındırır ve seni sonunda yine eskiye mahkum edecek bir hale getirir.

Kemal Tahir; ''Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü.'' demişti.
Ama yeni devleti kuranlar ve yeni devleti kuranlara tapanlar; ''Biz kazandık, herkesi yendik'' demişlerdi. Halbuki bu işte bir terslik vardı. Herkesi yenen ve kazanan bir devlet, daha kendi boğazlarında bile asker bulunduramıyor ve tek kuruş para kazanamıyorsa ve Milli hudutlarında bulunan bütün petrol bölgelerini masa başında kaybediyorsa, bu işte iş vardı..


Bunun sonucunda bu ülkede iki tip insan oluştu;
1. Kazandıklarına ve bağımsız olduklarına inanan Kemalistler ve Atatürkçüler
2. Kaybettiklerine ve bağımsızlıklarının ellerinden alındığına inanan Osmanlıcılar

Diğer bütün alt gruplar, bölünen insanlar bu asıl iki grubun etrafında oluştu her zaman.

Yeni gelen sistem, eski sistemi öylesine yıktı ki, ona ait hiç ama hiçbir şey bırakmadı geriye. Adalet sistemi, anayasa sistemi, hukuk sistemi, devlet sistemi, eğitim sistemi, ekonomi sistemi, hatta halkın üzerine ne giyeceğine bile el atan, dinlemeleri gereken müzikleri bile belirleyen, ölçü birimlerinden alfabesine kadar her şeyi değiştiren bir sistem getirildi.


Bunların içinden adalet sistemini konuşalım sizinle bugün.

Biz kızımızın öldürülmesiyle ülke yeniden ayağa kalktı malumunuz. Öldürülen milyonlarca masumdan yalnızca bir tanesiydi bu kızımız. Milyonlarca candan bir candı Özgecan. İnsanlar sokaklara çıkıp adalet istediler. Adalet için bir şeyler yapmaya çalıştılar. Fakat işin ilginç tarafı, katil zaten yakalanmıştı. Bu da demek oluyordu ki katil, zaten adalet karşısına çıkarılacaktı.

Peki insanlar neden adalet istiyordu o zaman?
Taptıkları ve korudukları adalet sisteminin önüne çıkarılacak ve yargılanacak olan bu birkaç şerefsiz için, insanlar ''adalet'' diye neden bağırıyordu?


Cevabı çok basit.
İnsan doğasında, daha yaratılışından gelen bazı inançlar, duygular, güdüler ve refleksler vardır. Bunlardan bir tanesi de adalet refleksi, adalet duygusudur. Yani birisi size gelip de bir tokat atsa, ben de atacam diye tutturursunuz. Size yapılanın aynısını yapmak istersiniz. Çünkü sizin çektiğiniz acının aynısını çekmesini istersiniz.

Fakat bunun belirli bir kontrol dahilinde yapılması gerekir. Örneğin bir adam, gelip sizin kızınıza tecavüz eder ve işkence ederek öldürürse; siz de o adamın canını kendi elinizle almak istersiniz. Lakin bunu kendiniz yaparsanız, bu olay devam edebilir ve bir kan davasına dönüşebilir. Çünkü herkes, kendi oğlunu veya kızını öldüren insanı öldürmek isteyecektir. Bu işi ilk başlatan kişi, yani o kıza tecavüz eden ve onu öldüren kişinin; kan ve hak sahibi affetmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Ama bunu yapan karşı taraftan biri olursa, diğer taraf da duygularına hakim olamayıp, oğullarını öldüren insanı öldürmek isterler. Ve kan gövdeyi götürür, nesillere uzanan bir kan davası başlar. Bu da adaleti değil, kaosu ve hukuksuzluğu getirir. Öldürülen bir can, binlerce canın alınmasına sebep olur.. Ve insanlar kendi adalet sistemlerini, hukukun da devletin de toplumun da üzerinde tutarlar.


İşte bu yüzden kısas hakkını uygulamak devlete aittir. Bunu devletin yapması, kaosu ve kan davasını önleyecektir. Aynı zamanda da adalet yerini bulmuş olacaktır. Kısasa kısas.. Böylece insanlar, başkalarına yaşatmak istedikleri veya yaşatmayı planladıkları acıları sonunda mutlaka kendileri de yaşayacağından, buna kalkışmazlar. İnsan öldürme olayları da azalır.

...

Eğer bir toplum, ayakkabılarını evlerinin hemen dışarısına, çalınacak korkusuyla koymaktan çekiniyorsa; kendilerini, evlerinin kapılarını hırsızlardan korkarak koca koca çelik kapılar yaptırmak zorunda hissediyorsa; dükkanlarında bir kamera sistemi olmayanlara deli gözüyle bakıyorsa; televizyonlarda ve gazetelerde istisnasız her ama her gün en az birkaç tane hırsızlık, yolsuzluk, gasp, darp ve dolandırıcılık haberi görüyorsa; o toplumun adalet sistemi çürümüş demektir.


Çünkü adalet sistemi gereken adaleti sağlamadığı için toplumdaki suç oranı bu derece artmıştır. Eğer adaleti uygulayacak makam olan devlet ve devletin uymakla yükümlü olduğu anayasa ve hukuk sistemi, hiçbir suçu önleyecek bir güç olamıyorsa; o ülkenin adalet sistemi çürümüş demektir.


Eğer bir ülkedeki hırsızlar, gaspçılar, darpçılar, dolandırıcılar, yolsuzlar, katiller ve tecavüzcüler ''girerim paşa paşa yatarım'' mantığını taşıyor ve her suç işlediklerinde kısa süreli hapis yatıp, çıktıklarında aynı suçları işlemeye devam ediyorlarsa; o ülkenin ve toplumun adalet sistemi çürümüş demektir.


Eğer bir ülkedeki bir tecavüzcü ve katil, bir kıza tecavüz edip, sonra onu öldürüyorsa ve hapse girip, öldürdüğü kızın anne babasının vergileriyle alınan yataklarda yatıyor, yemeklerini yiyor ve tüm imkanlarından faydalanıyorsa; o toplumun ve ülkenin adalet sistemi çökmüş demektir.


Eğer bir ülkedeki insanlar, akşamları sokağa çıkmaktan ve başlarına bir şey gelmesinden korkuyorlarsa, bunun sebebi de her ama her yerde bir katilin, tecavüzcünün, darpçı ve gaspçının oluşuysa, o ülkede ve toplumda adalet sistemi çökmüş demektir.


Eğer bir ülkedeki yasalar bir ana babadan aldığı vergilerle kendi evlatlarının katillerini besliyorsa; o ülkede adalet sistemi insanlarla alay ediyor demektir. O ülkenin adalet sistemi, bu aşağılık katillerden ve tecavüzcülerden daha suçlu ve daha aşağılık demektir.


Çünkü o ülkenin adalet sistemi, suçlulara zerre kadar bir korku veremiyordur. Bilhassa onları ''insan hakları ve özgürlükler'' başlıklı mide bulandırıcı kalıplarla koruyordur. Yani adalet sistemi mağdurları, mazlumları ve masumları değil; suçluları koruyordur.


Eğer devlet tüm bu suçları caydıracak olan yasalara sahip olsaydı; bizler ayakkabılarımızı kapının dışında gönül rahatlığıyla bırakabilecek, dükkanlarımıza kameralar almak zorunda kalmayacak, soyulmayı önlemek için milyarlarca liramızı çelik kapılara harcamayacak, sokakta yürürken ''acaba gasp edilir miyim?'' diye bir korku yaşamayacak, cebimizde yüksek miktarda para varken ödümüz ağzımıza gelmeyecek, kızlarımıza tecavüz edilecek mi korkusuyla aklımıza mukayyet olmaya çalışmayacaktık.


Tıpkı geçmişimizde olduğu gibi.. Osmanlı zamanında insanlar her vakit namazını camide kılarlar ve camiye giderken dükkanlarının kapılarını kilitlemeye bile gerek duymazlardı. Çünkü hem yasalar toplumu ve insanı koruyor aynı zamanda suçluları korkutuyor ve caydırıyordu; hem de insanlar burada yakalanmasalar bile bir gün ''ahiret'' dedikleri yerde mutlaka sorgulanacaklarını bildikleri için buna tenezzül etmiyorlardı. Toplumun kendi içinde adalet duygusu vardı.


İşte bu batıdan getirilen çakma yeni sistem, eski sistemden çok daha iyi olduğu için getirilmedi. Bu ülkeyi kuranların batılıların yatma şekillerinden, yemek yeme şekillerinden tuvalete gitme şekillerine kadar her şeylerini alma sözleri ve batı karşısında inanılmaz bir aşağılık kompleksleri olduğu için getirildi. Eski olan her şeye, Osmanlı olan her şeye nefret vardı. Çünkü Osmanlı, günlük hayatıyla, giyim kuşamıyla ve en önemlisi de yasalarıyla İslamiyet demekti. Bunu tamamen silmek için batılıların tuvalete gitme şekilleri bile alındı. Binlerce yıl oturarak işeyen bu millet, artık ayakta işemeye başlamıştı.


Çünkü yeni devlet bir ideoloji ile kurulmuştu. Peki ideolojilerin en iğrenç yanlarından birisi nedir bilir misiniz? İdeolojiler, karşı oldukları şey doğruysa bile onu yanlış addederler. Doğru olduklarını bilseler bile yanlış olduğunu söylerler. Ve eğer bir şey karşı oldukları tarafta ise, onun doğru veya yanlışlığını asla ve kat'ha sorgulamazlar; direkt olarak yanlış olduğunu varsayıp karşı çıkarlar. İşte ideoloji tam da böyle bir şeydir. Gerçekle hayali, doğru ile yanlışı ayırt edememe durumudur. İnsanların gözlerinin önüne çekilmiş bir hırs perdesidir o.


Böylece cumhuriyet kurulurken, Osmanlı'ya ait ne varsa, doğru yanlış demeden sildiler, yok ettiler. Binlerce yıllık şöhretiyle var olan ''Türk Adaleti'', ''Osmanlı Adaleti'', ''İslam Adaleti'' gibi deyimlere ve inanışlara bile aldırış etmeden yaptılar bunu. Oğuz Kağan'dan bu yana var olan binlerce yıllık törelere, kanunlara ve adalet sistemine dair ne varsa birkaç yıl içinde çöpe atıldı. Artık binlerce yıllık birikimlerin ve tecrübelerin sonucu olan bir adalet ve hukuk sistemi; yerini yüz yıllık bir batı adalet sistemine bırakmıştı. Savaş meydanlarında bile yapılamayacak kadar hasar, masa başlarında verilmişti millete.


Lakin bu millet savaş meydanlarında olmaya ve ölmeye razıydı her zaman. Öleceklerse bile, kendi miraslarından, inançlarından, törelerinden ve her şeyden önemlisi imanlarından vazgeçmeden ölürlerdi. Onlar uğrunda ölürlerdi. Binlerce yıllık düşmanların adalet sisteminden tut, devlet şekillerine hatta ve hatta işeme şekillerine kadar her şeylerini alarak; kendi benliklerini dünya üzerinden silmek isteyenlerin başlarına geçeceklerini bilselerdi; inandıkları şeyler uğruna, kendi benlikleri uğruna savaşarak ölürlerdi.


Bugün batıdan ithal ettiğimiz bu çakma adalet sisteminde, bir suçlunun suçu ayan beyan ortada olsa dahi; aylarca süren tutukluluk süreçleri, dosyaların hazırlanması, mahkemelerden gün alınması, avukatlar tutulması, bunların savcılar ve mahkeme tarafından izlenmesi, dinlenmesi, sonra bir karar için aylarca bazen yıllarca beklenmesi derken, adalet ya çıkmaz ayın son çarşambası gelir, ya da asla gelmez. Bu da, adaletin bu sistemde bir ütopya olduğu anlamına gelir. Bir suçun işlenmesinden sonra, hüküm vermek için aradan bu kadar zaman geçmesi bu sistemin ne derece kör ve topal olduğunu gösterir.


Öyle ki, insanlar çoğu zaman bir suça maruz kaldıklarında, tüm bu teferruatlarla, zaman aşımlarıyla, avukatlar ve mahkemelerin aptal ve saçma salak işleriyle uğraşmamak uğruna konuyu asla yargıya taşımıyorlar bile. İnsanlar ''amaan şimdi şu kadarcık şey için beni aylarca uğraştıracaklar, bi sürü iş açacaklar başıma'' diyerek adalete başvurmayı bile düşünmüyor; çünkü bu adalet sistemine olan güven işte bu kadar düşük.


Küçükken ben ve arkadaşımın telefonunu çalmışlardı. Ufak tefek bir şeyiz o zaman. Önümüze tam da sokakta hiç kimsenin olmadığı sırada iki tane izmandut gibi herif çıkmıştı ve çeşitli dalaverelerle telefonlarımızı almışlardı. Anlamıştık aslında daha ilk saniyede bu heriflerin yan kesici olduklarını ama, bizim boyumuz 1 metreydi daha; adamlar da eski Beşiktaşlı Ailton tarzı tiplerdi.


Olaydan sonra hemen 15 dakika uzağımızdaki polis karakoluna gittik. Tabi polis karakoluna 15 dakika uzaklıkta bir yerde bu yan kesiciliğin olması da ayrı bir komedi.. Telefonlarımızın çalındığı söyledik polis amcalara. ''Biz acıların çocuğuyuz ve teyefonlayımız çalındı amca'' dedik. Velilerimizi çağırmamızı gerektiğini söylediler.

Biz de öyle yaptık.
Ondan sonra gerekli işlemlerin yapılacağı söylendi bize.
Aradan aylaaaarrr geçti ve karakola çağrıldık. Meğer baro bize bir avukat tayin etmiş. Allah razı olsun. Yalnız o avukat nasıl bir avukattıysa artık, adamın suratını yalnızca bir kere karakolun bahçesinde gördüm. Aradan bir sene kadar geçti yine, karakoldan aradılar ve ''hala arıyoruz, şu dosyalar, şu makamlardan gelen incikler cıncıklar....'' falan filan diye gevelediler. Ve aradan birkaç sene daha geçti, bize yine bazı telefonlar ve kağıtlar gelmeye devam etti. Biz de sonunda ''Allah rızası için, o telefonu bulun, sizin olsun. Ya da hiç aramayın artık, gözünüzü seveyim yeter.'' dedik. Telefonu çalanlar onları satalı, parasını yiyeli, sonra onun üzerine birkaç bin tane daha hırsızlık yapalı yıllar olmuş, hala daha kıçıkırık bir telefon için adalet sisteminin çarklılıların dönmesi bekleniyor.


İşte bu yüzden birçok insan artık böyle şeyler için adalet sistemine baş vurmayı akıllarına bile getirmiyor. Lakin insanların güvensizliği yalnızca küçük suçlarda değil, büyük suçlarda da aynı güvensizlik, daha büyümüş bir hal alıyor. Çünkü parası olanın asla mahkum olmayacağı düşüncesi, parası olan kişilerin mutlaka işin içinden çıkacağı gerçeği insanların yine bu sisteme olan güvensizlik sebebi.


Bir avukat tutmanın çok para gerektirdiği, iyi avukat tutmanın ise birçok kişiye bir servete mal olduğu, bu yüzden maddi gücü buna yetmeyen insanların asla bu tür avukatlar tutamadığı bir sistem bu. Hatta birisine dava açmak isterseniz bile sizden para isteyen bir adalet sistemi. Adaleti sağlamanızı isterken bile sizden para isteyen bir sistem, elbette paranın sahiplerinin elinde oyuncak olacaktır. Ve paranın sahiplerine asla dokunamayacaktır.

Hatta şöyle bir örnek vereyim; Cem Garipoğlu, daha vahşice bir cinayetin zanlısı idi. Münevver Karabalut'a önce tecavüz etmiş, sonra da onu parçalara ayırmıştı. Bunu da önceden planlamıştı. Bu işi yapmadan önce bir testere ve koca koca bavul ve torbalar almıştı. Bir süre sonra da yakalanmıştı ve bugün ''Özgecan için içimiz yanıyor. Bunun hesabı sorulacak'' diye timsah gözyaşları satan barolar başkanı Metin Feyzioğlu bu cani herifin avukatlığını yapmıştı.


Bu gibi canileri savunmakta usta olduğuna göre, baro başkanı Metin Feyzioğlu'nun Özgecan'ın katilini de savunması gerekmez miydi? Ya da o adamın da savunulmaya hakkı olduğunu falan. Peki aradaki fark ne? Ben söyleyeyim; Para.

Eğer Özgecan'ın katili de Cem Garipoğlu kadar zengin olsaydı, onu da savunacak milyonlarca Metin Feyzioğlu çıkacaktı. Fakat adam parasız bir minibüs şoförü...



Bu yüzden hapislerin %95'i fakir suçlularla doludur. Çünkü zenginler adalet sisteminin üzerindedir. Ve bunu da herkes bilir. Belgeler hazırlanır, ya da var olan belgeler yok edilir, polisler, savcılar ve hakimler satın alınır ve ensesi ile cebi kalın olanlar için istenilen karar çıkarılır. Bir zenginin hüküm giymesi çok zordur. Anca ülke çapında çok yankı bulan bir suç işlenir o zaman.. Cem Garipoğlu'nu hatırlayın. Özgecan'dan çok daha vahşi şekilde öldürülmüştü Münevver Karabulut. Tecavüze uğrayıp, vücudunun her parçası farklı çöp kovalarına atılmıştı. Aradan aylar geçmiş, ülke gündemini çok uzun süre meşgul etmiş ve ardından şaibeli bir şekilde yakalanmıştı. O zaman da Münevver Karabulut için onlarca eylem, gösteri düzenlenmişti. İnsanlar sokaklara çıkıp eylemler yapmışlardı. Sosyal medyadan bu olaya tepki yağıyordu. Ama sonra ne oldu? Aradan geçen yıllar boyunca her gün ama her gün bir başka cinayet, bir başka tecavüz haberi duyduk..


Çünkü insanlar sokaklara çıkarak yalnızca kendi nefislerini, egolarını ve kibirlerini tatmin ediyorlar. Bu yapılanlar kibir ve ego tatmininden asla başka bir şey değil. Çünkü bu insanlar, sokaklarda bu tür eylemler yaparak, kendilerini olaylar karşısında susmadıklarına ve ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorlar. Ama yapmadıkları ise çok açık. Çünkü sokağa çıkarak tepki göstermeleri ne dün, ne de bugün hiçbir tecavüzü ve katli engellemedi. Yarın da engellemeyecek. En tipik örneğini geçenlerde yaşadık.


İnsanlar eğer gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlarsa, adalet sisteminin değişmesini istemek zorundalar. Bunu talep etmek, bunun için eylemler yapmak zorundalar. Çünkü ancak o zaman işe yarayacak bir şeyler yapmış olurlar. Fakat, işin trajikomik tarafı şudur ki; bu sokağa çıkan insanlar, bu sistemin değişmesine karşı çıkan insanlarla aynı kişiler...


Devrim yasaları, Atatürk ilke ve inkılapları ve laiklik adı altında yapılan bu yasa sistemini koruyan ve değişmesine doksan yıldır karşı çıkan insanlar; bugün sokakta ''adalet'' için gösteriler, eylemler yapan insanlarla aynı kişiler.. Komik di mi..


Geçen gün yabancı bir arkadaşımla konuşuyorduk bu konuyu. Tam biz sohbet ederken yakınımızda bir grup ''Özgecan için adalet eylemi'' yapıyordu. Ben de ona dönüp dedim ki; ''Bu asla işe yaramaz. Yaramadı ve yaramayacak da.'' Arkadaşım dediğim kişi de 52 yaşında haa. Beyaz bir Güney Afrikalı. Zamanında kendisi de bu tür eylemlere katıldığı için bana; ''biz ırkçılık için ayaklandık ve yaptığımız şey işe yaradı, sonunda devletten bir nebze de olsa ırkçılığı uzaklaştırdık'' dedi. ''İnsanlar hükumetleri bu tür eylemlerle bir yasa çıkarmaya zorlayabilir'' diye de ekledi.


Fakat ben; ''Güzel diyosun. Şuan dışarıda gördüğün insanlar, var olan adalet sistemini değiştirmemize engel olanlar ve bu adalet sistemini koruyan insanlar'' deyince; ''Hoouu crap! What the hell are you talkin about man!! That's bulshit!'' diye bir ifadeye büründü. Ve çok mantıklı bir soru sordu;

''Öyleyse bu insanlar neden eylem yapıyor?''

...

Padişah yargılayan ve padişaha hüküm giydiren bir adalet sisteminden; parası olanın yargılanmadığı, yargılansa da hüküm giymediği bir adalet sistemine...

Bir fakir ile bir zenginin davasında, zengin insanların kadıların önüne çıkmak istemedikleri; çünkü orada bu fakir adamla aynı statüye sahip olacağı ve hüküm giyebileceği korkusuyla, olayı kendi içlerinde halletmeyi tercih eden bir toplum ve adalet sisteminden; zengin olanın parasıyla avukatlar tuttuğu, fakirlerin ise asla zenginlerle mahkeme salonlarında boy ölçüşmeye bile kalkışamadığı bir adalet sistemine...


İşte bunlar, sırf ideolojileri nedeniyle İslam hukukuna karşı çıkan insanlar. Karşı taraftaki şey doğru olsa dahi, onun doğruluğu yerine; yanlışı isteyen insanlar..

Ondan sonra;

''Kahrolsun padişahları ve en zenginleri bile yargılayan ve hüküm giydiren adalet sistemi...!!!!''  ;

''Yaşasın bir kıza tecavüz edip, onu parçalara ayırıp, yakıp öldüren ama ana babasının vergisiyle onu besleyen, zenginlerin asla kaybetmediği, bir davanın yıllar sürdüğü ve 20-30 zengin iş adamının 7-8 yaşlarındaki bir kıza tek tek tecavüz edip, hakimin ''kızın rızası var'' diyerek kimseye hüküm vermediği adalet sistemi...''


Ama insanların içleri rahat. Çünkü eylem yapabiliyorlar. Sokaklara çıkıp, kıçlarını başlarını açıp bu tür vahşice katliamlara karşı durduklarını ve çözüm istediklerini haykırmak için dans edebildikleri sürece, insanların içleri hep rahat kalacak..