22 Mart 2015 Pazar

KANLI MEŞRUTİYET


Altı yüz yıllık bir devlet ve toplamda on sene süren iki Meşrutiyet dönemi...


Sultan Abdülaziz Han, Avrupa'yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı idi. Avrupa'daki gelişmeleri bizzat kendi gözleriyle görmüş, bunun için de Avrupa'nın ilmini ve fennini öğrenmeleri için öğrenciler göndermişti. Lakin bu öğrenciler Avrupa'nın ilmi ve fenninden çok hayat tarzının, yönetim tarzının alınması gerektiğini savunmaya başladılar. Şaşalı Avrupa hayatına öylesine kapılmışlardı ki, artık tamamen Avrupalılar gibi giyiniyor, Avrupalılar gibi konuşuyor ve en önemlisi de Avrupalılar gibi düşünüyor ve inanıyorlardı.

Kraliçe Victoria Sultan Abdülaziz'i karşılarken
Jön Türkler, Genç Osmanlılar, Yeni Osmanlılar ya da İttihat ve Terakki, adına her ne derseniz deyin, her birinin amacı Avrupa'daki rejimi ve hayatı Osmanlı topraklarına getirmekti. Milliyetçilik akımının bu topraklardaki ilk savunucuları idiler.


O dönemin fikir zehri de buydu; milliyetçilik. Ve bu aydın görünümlü fikir tetikçileri, bu fitneyi Osmanlı'ya sokan kişiler oldular. Bünyesinde yüze yakın ulus bulunduran koca bir imparatorluğun içine milliyetçilik fitnesini sokmak, onun köklerine dinamit döşemekten farksızdır.


Midhat Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Tevfik Ebuzziya, Şinasi, Abdullah Cevdet, Yusuf Akçura, Prens Sabahattin gibi isimler ilk nefeste aklıma gelen isimler benim..

Namık Kemal
Milliyetçi aydınlar, özgürlük ve hürriyet adını verdikleri bir ütopya peşinde koşarak koca bir imparatorluğu parça parça ettiler. Başlarda muhalefette idiler ve mevcut yönetimi ''istibdat'', ''diktatörlük'' diye eleştirdiler hep. Sonra darbelerle başa geldiler ve istibdadın, diktatörlüğün görülmemişini yaptılar.


Her şey Meşrutiyet sevdası ile başlamıştı. Osmanlı'nın son döneminde yapılan iki büyük darbe olan Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid darbelerinin temelinde Meşrutiyet'i ilan ettirme amacı vardır.


Midhat Paşa, Sultan Abdülaziz'in Meşrutiyet fikrine karşı çıktığını bilir. Sultan'ın bu konudaki görüşü değişecek gibi de değildir. Bu yüzden yerine Meşrutiyet'i ilan ettirme vaadiyle yeğeni Sultan V. Murad'ı getirmeye karar verir topladığı cuntayla.


Batı meşeili bu paşa ve aydınlar, Avrupa tarihi okuyup, orada ''Fransız İhtilali''ni görünce, ağızlarının suyu akmaya başlar. Fransız ihtilalinin ''Özgürlük, eşitlik, kardeşlik'' sloganını kendilerine şiar edinirler. Bu yolun sonunda da, Fransız ihtilalinde olduğu gibi, en büyük hayalleri vardır; Cumhuriyet..


Hatta Midhat Paşa, sahip olduğu nüfuz ve arkasındaki özellikle İngiliz desteğine güvenerek o kadar küstahlaşır ki; ''Bugüne kadar Ali Osman oldu, bundan sonra da Ali Midhat oluversin'' diyebilecek raddeye varır. Böylesine büyük bir kibir sahibidir.


Ve nihayet bir gece yarısı birkaç yüz asker, ''padişahı koruma'' bahanesiyle Dolmabahçe'nin kapılarına kadar getirildi. Tam o sırada V. Murad'ın cülus topları atılmaya başlandı ve Sultan Abdülaziz; ''Görüyor musun valide, kendi elimle silah verdiğim askerler beni amcam Sultan Selim Han'a benzettiler, bunlar Murad'ın cülus topları'' dedi bu durum karşısında.


Sultan Aziz Dolmabahçe Sarayı'ndan çıkarılırken, sarayda bulunan her türlü mücevher, her türlü değerli eşya yağma edildi. Hatta padişahın haremindeki kadınların küpeleri, takıları bile üzerlerindeyken alındı. Hatta Sultan'ın hanımı Neş'erek Kadın Efendi'nin üzerini örten şal ve kulaklarındaki küpeler, askerler tarafından alınmıştır. Bir İslam halifesinin, bir Osmanlı Sultanının hanımının üzerindeki şalı alıp, üstünün başının görünmesine sebep olacak kadar gözleri dönmüş, aşağılık insanlar güruhu tarafından yapılmıştır bu darbe.


Yalnız bu darbeden ne halkın, ne devlet ricalinin, ne de askerin haberi vardı. Hatta darbeden sonra halka ''Sultan Abdülaziz öldü, yerine Sultan Murad Han geçti'' diye tellallar gönderildi. Lakin ordunun Sultan Aziz'e sadık olması, halkın onu sevmesi, bu yüzden de halkın ve askerin sabık Sultanı tekrar başa getirebilme ihtimali nedeniyle, darbeci cuntanın tek çıkış yolu Sultan Aziz Han'ı katletmek idi.


Hatta bu yüzden halden sonra kendisini Topkapı Sarayı'na, Sultan III. Selim'in boğdurulduğu odaya naklettiler. Gayet açık bir mesaj verdiler yani, belki de o odada öldüreceklerdi ama yeğeni Sultan Murad'a başka bir yere nakil olmak isteğini iletince, kendisine Fer'iye Sarayı'nda bir oda hazırlandı.


Hal edilişinden yalnızca beş gün sonra, odasına giren pehlivanlar tarafından bilekleri kesilerek şehid edilir sabık Sultan. Kayıtlara; ''Tahttan indirilmenin teessürü ile intihar etmiştir sabık Sultan'' diye geçirildi. İlginçtir ki hanımı Neş'erek Kadın Efendi de bilekleri kesik halde ölü bulundu kısa süre sonra..

Serasker yani Genelkurmay Başkanı Hüseyin Avni Paşa, cesedi kontrol için gelen doktora; ''Ahmet Ağa, Mehmed Ağa değil, bir padişah bedenidir bu, her yerini gösteremem sana'' diyerek doktorun kontrolüne engel olmuştur. Çünkü Aziz Han hemen olay yerinde can vermemiştir. Hüseyin Avni Paşa sabık Sultan'ın perdeyle örtülmüş yüzünü açtığında, canlı olduğunu görür ve üzerini tekrar kapatır.


Konuyla ilgili dönemim Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa şöyle der;
''Naaşı karakola getirmişler ve getirdikleri zaman hayat belirtileri mevcut imiş. Hekimler de karakola geldikleri zaman hayat belirtileri olduğunu tasdik etmişlerdi. O vakit bunu sordum. Fakat padişahın konuşmaya mecalinin olmadığı cevabını almıştım. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemiyorum, zira ben sonradan gelmiştim ve bunu orada bulunan vükela, vüzera ve ulemadan öğrenmiştik.''

Çerkes Hasan
Çerkes Hasan, Sultan Abdülaziz'in hanımı Neş'erek Kadın Efendi'nin kardeşidir. Ayrıca padişah yaveridir. Sultan Aziz'in ve ablasının öldürülmesinden sonra, tüm bunların arkasında olan isimleri çok iyi bildiğinden eline silahını alır...


Midhat Paşa'nın konağıdır yer. Darbe cuntasının neredeyse tamamı o gün o konaktadır. Çerkes Hasan kapıyı tekmeleyerek içeriye girer ve toplantı yaptıkları salonu ''Davranmayın!'' diyerek basar. Tam karşısında duran Hüseyin Avni Paşa ve Mehmed Raşid Paşa dahil beş kişiyi oracıkta öldürür ve üç kişiyi de yaralar. Midhat Paşa'yı da öldürmek için kovalar ama başarılı olamadan askerler tarafından yakalanır.


Koca bir İslam Halife'si ve Osmanlı Sultanını, bir de ablasını öldüren bu gözü dönmüş, hırslarının ve arzularının kölesi, yabancı devletlerin de maşası olmuşların hak ettikleri cezayı kendi hayatı pahasına kendisi vermiştir.

Ertesi sabah ne bir mahkeme ne bir ifade olmaksızın, yahut kayda geçirilmeksizin Beyazıt Meydanında asılmıştır.


Kirli Oyunlar ve En Uzun Yüzyıl'ı izlemenizi tavsiye ederim konuyla alakalı.
En Uzun Yüzyıl'da bazı hatalar olmasına rağmen yine iyi niyetli, güzel bir çalışma yapmışlar. Sonuç olarak anlatmak istedikleri şeyi anlatmışlar, amaç yerini bulmuş yani.


Sultan V. Murad amcasına, bir Osmanlı sultanına, bir İslam halifesine yapılacak olan darbenin içinde yer aldığı için fena halde gerilir ve sinirleri bir hayli bozulur. Darbe gerçekleştikten birkaç gün sonra da amcasının öldüğü haberini alınca çok daha bozulur sinirleri. Bunun üzerine bir de Çerkes Hasan'ın Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Hariciye Nazırı Mehmed Raşid Paşa dahil beş kişiyi öldürdüğünü duyunca artık tamamen kaybeder kendisini.


Midhat Paşa'nın aldığı ''Meşrutiyet'' sözünü; ''Ben Meşrutiyet falan hatırlamıyorum'' diye her seferinde geri çevirmesinden ve içinde bulunduğu sinirsel bozukluktan dolayı yalnızca 99 gün tahtta kalır. Midhat Paşa'nın sonraki durağı, veliaht Şehzade Abdülhamid'tir. ''Eğer Meşrutiyet'i ilan edersen, seni tahtta geçiririz ve arkanda oluruz.'' der Midhat Paşa Şehzade Abdülhamid'e, o da kabul eder.


Yani Meşrutiyet sevdası Osmanlı'ya bir darbeye, bir Sultan ve bir Halife'nin canına, ardından gelen onlarca kişinin canına ve beş ay içinde üç padişah değişikliğine mal olmuştur. İlk Meşrutiyet, böylesine ihanet ve kan ile gelmiştir; ikincisi ise çok daha büyük bir ihanet ve çok daha fazla kan ile..


Altı yüz senelik bir devlet ve toplamda on sene sürmüş bir Meşrutiyet dönemi...
On sene süren Meşrutiyet döneminin ilk kısmı, I. Meşrutiyet..
Cebir ile Padişah hal edip, kanına giren, saray yağmalayan, kadınların ziynetlerine göz diken, batılı devletlerle işbirliği yapan, kendisine ekmek ve makam veren Sultanlarına ihanet edenlerin kendilerini ''aydın, batılı, ilerici, okumuş'' olarak tanımlayan adamların eseri olan ''İlk Meşrutiyet''..


Dokuz sene içinde parçalanacak olan imparatorluğu elinde bulunduran II. Meşrutiyet'in kapısını aralayan I. Meşrutiyet..

18 Mart 2015 Çarşamba

ÇANAKKALE PARADOKSU


Esselamu aleyküm.

Son Osmanlı ve Hilafet Düşerken adında iki yazı yazmıştım, hatırlarsınız. Okumayanlarınız veya hatırlamayanlarınız varsa, o yazıları okumadan bu yazıyı okumasınlar. Zira o iki yazı olmadan bu yazıda neden bahsettiğimi pek anlayamayabilirsiniz.


Yeni bir devlet kurulacaksa eğer, ya kahramanlıkla kurulur; ya da kahramanlık yalanıyla. Bu, kuraldır. Çünkü kurulacak yeni devlete insanların güvenmesini sağlamanız gerekir. 19. yüzyıl, tüm dünyanın bir veya birçok yalanın peşinden gitmeye başladığı bir çağın başlangıcı olduğu için de, tüm dünyanın olduğu gibi, bu coğrafya da bir yalana inandırıldı yıllarca. Sanal, zahiri bir dünya çıktı ortaya. Cam kavanozun içinde mutlu mesut yaşayan, hazları ve arzularının istediği her şey o kavanozun içinde olduğu için de kendilerini özgür addeden, kibirlerinin ve egolarının; dolayısıyla da hazlarının ve arzularının kölesi olmuş bir insan güruhu çıktı ortaya.


Kısa bir yazı olacak bu.
Bugün tüm ülkede bir ''Çanakkale Zaferi'' sarhoşluğu yaşanırken, bunları konuşmadan edemedim. Yediremedim kendime. Kanıma dokundu.


1914 yılında başladı I. Dünya Savaşı. Zamanın 4 büyük gücü Osmanlı, İngiltere, Fransa ve Rusya idi. Savaşta bütün süper güçler, dünyanın dört bir yanından getirdikleri sömürge köle askerleriyle ve son teknoloji silahlarıyla Osmanlı'nın üzerine çullanmışlardı.


1915'de İngilizler, Çanakkale'den payitaht İstanbul'a girmek ve savaşın kontrolünü tamamen eline alıp, kısa sürede olayı bitirmek istiyordu. Fransa'nın da destek kuvvetleriyle birlikte İngilizler, Çanakkale Boğazı'na kadar geldiler. Tabi İngilizlerin yanında yalnızca Fransız destek kuvvetleri yoktu. Resmi tarih tezine göre ''Anzak''lar yani ''Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Kuvvetleri'' getirilmişti Çanakkale'ye.


Avustralya'nın o tarihteki erkek nüfusu bir-iki milyon kadardı. Yeni Zelanda'nın ise birkaç bin. İngiltere, bu asker sayısının kendi işlerine pek yaramayacaklarını bildiklerinden, başka bir kolonisi yani sömürgesinden asker getirmeye karar verdi; ''Hindistan''. Hindistan'ın daha o zamanki nüfusu 400 milyonun üzerindeydi.


İngiltere, Hindistan'dan çok şey kazanmıştı şüphesiz. Çünkü hem Baharat ve İpek yollarının ve ticaretin hakimiyetini bu şekilde elinde tutmuş, hem de her ihtiyacı olduğunda bu milyara yaklaşan nüfusu kullanmıştır.


I. Dünya Savaşı başladıktan sonra İngiltere, Hindistan'da; ''Almanlar Osmanlı Hilafetine ve Halife'ye savaş açtı'' diye haberler ve propagandalar yapmaya başlar. Bunun üzerine Halife'nin cihat çağrısı da manipüle edilerek Hintli Müslümanların ellerine geçer. Ve İngilizler, sayısı belki de milyonlara varan Hintli Müslümanı savaş boyunca bu şekilde kullanır.


Yani bizleri, birkaç Anzak gemisinin yanında, düşman diye ''Hintli Müslümanlar''la savaştırdılar. Bugün Anzak mezarlıklarının olduğu yerlerin çoğunda aslında İslam ve Hilafet için savaşan Hintli Müslümanlar yatmakta.

Lakin ne yazık ki, ne acıdır ki ne Hintlilerin ne de Türklerin, ne de herhangi başka bir Müslüman toplumunun bundan haberi dahi yok. Kardeşi kardeşe kırdırdılar, ama biz bugün hala Anzak'ları yendik, İngilizleri yendik diye sevinç çığlıkları atıyoruz.

Çanakkale'de Savaşan Hintliler
Çanakkale Savaşı kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlandı, burası tamam, doğru. Ama bu zaferi kazanırken kardeşlerimizi öldürdük, haberimiz yok. Onlar da Hilafet'i korumak için, İslam için savaşıyordu, biz de. Ama ortada koca bir yalan vardı. Bundan sonra açılacak yeni çağın tamamen bir yalandan olacağını gösterircesine hem de..

Bir diğer Hint askerleri
Bir diğer mesele de İran Cephesi'dir.
Birçoğunuz ''İran Cephesi ne lan? İran bizim toprağımız mıydı anasını satayım?'' demiştir muhtemelen. Çünkü büyük çoğunluğunuz böyle bir cepheyi duymamıştır.

Lakin Osmanlı, İngiliz ve Ruslarla bir de İran Cephesinde savaşmıştır. Bu savaş sırasında Osmanlı İran'ın bir kısmını, Azerbaycan'ı, Dağıstan'ı ve Kafkasların bir kısmının kontrolünü tamamen eline almıştır. Ta ki Montrö Anlaşmasına kadar..


Sonra ''Kut'ül Ammare'' diye bir zafer vardır bilir misiniz?

%99'unuzun adını bile duymadığına bahse girerim. Çünkü bu millet, beyinlerinin içindeki göremedikleri bir elin varlığını bilmez. O el, beynimizin her bir damarına ve merkezine hakim olduğu için, o neyi isterse biz onu görür, neyi isterse onu duyarız. Neleri istemezlerse de, onları ne görür, ne duyar, ne de biliriz...


Ku'ül Ammare, ismini Irak'ın Kut şehrinden alır. Kan kokusu almış köpek balığından daha tehlikeli olan petrol kokusu almış İngilizlerin ilk saldırdığı topraklardandır Kut şehri. 1915 yılında işgal edilir. Fakat hemen arkasından Osmanlı bölgeyi kuşatır ve çok ağır ve kesin bir zaferle bölgeyi tamamen kontrolü altına alır. Yani önce Çanakkale'de, ardından Irak topraklarında İngilizler çok ciddi, çok ağır yenilgiler alırlar.


Hatta ordu kumandanı Halil Paşa, ordusuna şöyle der;

''Aslanlar! Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında, şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında, gerekse Kut'u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10 bin erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık Kut'ta 13 general, 481 subay, ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakınca, cihanı hayrete düşürecek bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale'de, ikinci zaferi burada görüyoruz.'' 


İngiliz tarihçi James Morris de, Kut'un kaybı hakkında şöyle der;
''Kut'un kaybı, Britanya Askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimidir.''


Peki Çanakkale'nin hemen ardından kazanılan bu zafer neden bugün hiç kimse tarafından bilinmiyor ve kutlanmıyor? Bırakın zaferi böyle bir savaşın, böyle bir şehrin bile varlığından habersiz bu millet. Sebebi nedir?


Ben söyleyeyim sebebini;
Çünkü Kut'ül Ammare zaferinin gerçekleştiği toprak, bugünkü Türkiye Ulus Devleti'nin sınırları dışındadır. İşte tek sebebi budur. Çünkü yeni ortaya çıkarılacak olan ve aynı şeyleri düşünmelerini istedikleri neslin kafasını karıştırmak istemediler.

Ve size şunun garantisini vereyim;
Eğer Çanakkale de bugünkü Türkiye Ulus Devleti sınırları dışında kalsa idi, üzerine yemin bile edebilirim, tıpkı Kut'ül Ammare zaferi gibi üstü örtülecek ve hiç kimse tarafından hatırlanmayacaktı.


Çünkü yeni nesillere; ''Bizim bir de böyle zaferlerimiz var, bakın'' der ve bunları öğretirseniz, o neslin çocukları; ''iyi ama madem bu zaferleri biz kazandık, neden şimdi o topraklar elimizde değil?'' diyeceklerdir. ''O topraklara ne oldu?'' diyeceklerdir.

En önemlisi de;
''Öyleyse bizim vatanımız Edirne ile Kars arasına sıkışmış bu toprak parçası olamaz, demek ki oralar da bizim vatanımız'' diyeceklerdir.


Kut'ül Ammare şehrinin nerede olduğuna dikkatli bakın.
Musul, Erbil, Kerkük, Kut ve Kuveyt, hepsi bir hat üzerinde yer alıyor. Ve bu hat, her yönüyle çok önemli.

Öncelikle bu hat bir petrol hattı gördüğünüz gibi. Musul ve Kuveyt arası, petrolün en yoğun bulunduğu hattır. İkinci olarak Suudi Arabistan ve İran topraklarının tam ortasında bir üs konumundadır. Yani burayı elinde bulundurursan, iki tarafın da hem petrolü, hem ticareti, hem de siyaseti üzerindeki hakimiyetini kuvvetlendirirsin. İngilizlerin bir de Hindistan gibi zengin toprakları elinde tuttuğunu hatırlarsak, hem buraya hem de İran Cephesine neden bu denli önem verdiğini anlayabiliriz.


Neyse.

''Çanakkale geçilmez!'' diyor ya hani resmi tarih bize, peki soruyorum o resmi tarihe; ''İstanbul nasıl işgal edildi?''
İngilizlerin Çanakkale'de savaşmasının sebebi, payitaht İstanbul'a ulaşmak, savaşı lehlerine çevirmek, hilafeti kaldırmak ve Osmanlı Devleti'ne son vermekti.

Çanakkale Zaferinden yalnızca iki yıl sonra İngilizler, Çanakkale Boğazı'ndan geçerek imparatorluğun başkenti İstanbul'a ulaştılar. İki sene önce kazanılan destansı zafer, yerini ihanete bırakmıştı çünkü.


Çünkü İngilizler İstanbul'a ulaşırken Çanakkale'den savaşmadan, ellerini kollarını sallayarak geçtiler. Kurulan yeni devlet de, yerini hainliğe bırakan bu kahramanlık hikayesini kendisine şiar edindi. Çünkü dediğim gibi, kurulacak yeni devletlerin ya kahramanlık hikayelerine ihtiyaçları vardır, ya da kahramanlık yalanlarına..

Çanakkale de bugün Türkiye Ulus Devleti sınırları içinde olduğu için, burada kazanılan o zaferi kullandılar. Lakin Türkiye Ulus Devleti'nin sınırları dışında kalan Kut'ül Ammare zaferini kafalardan tamamen sildiler. Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa'nın yaklaşık 3 yıl süren Medine müdafaasını, masada kaybettiğimiz Musul'u, Kerkük'ü, Erbil'i, Kuveyt'i, Azerbaycan'ı, Kafkasları tamamen unutturdular millete.


Kahramanlık hikayelerine ihtiyaçları olduğu için de, Çanakkale Zaferini kendi zaferleriymiş gibi gösterdiler. Sonra I. ve II. İnönü Savaşları gibi olmayan savaşlar ürettiler..


Bugün kendilerine milliyetçi ismi takıp, aslında saman altından ırkçılık yapan bu koca güruh, Çanakkale'yi Türk'ün zaferi olarak kabullenir. Türkiye Ulus Devleti'ni kurmak için bu savaşları yaptıklarına inanır. Fakat Çanakkale bir milliyet savaşı değil, bir iman savaşıdır. Çünkü orada şehit olanlar arasında Türkler, Kürtler, Araplar, Hintliler, Iraklılar, Libyalılar, Mısırlılar, Filistinliler, Lazlar vardır.


Hama, Humus, Rakka, Halep, Kudüs, Şam, Varna, Kosova, Beyrut, Diyarbakır, Rize, Kastamonu ve daha nice şehirden, vatan bildikleri toprakları korumak için, bu uğurda canlarını vermek için gelen binlerce insan savaştı o cephelerde. Tek ve yegane amaçları ise; ''İslam Birliğini, Hilafet'i, Halifeyi korumak, kafir işgalinden korunmak, ezanlarına, Kur'an'larına, kadınlarına el sürdürmemekti.''


Hiçbirinin bir ulus devlet kurmak gibi bir amacı yoktu. Çünkü öyle olsa Kudüs'teki Arap, Irak'taki Arap, Türkmen, Hindistan'daki Hintli, Varna'daki, Kosova'daki Sırp, Arnavut, Bulgar, Boşnak buraya gelip de Türk Ulus Devleti için savaşmazlardı. Bu şehitleri ''Türkiye için savaştılar'' diye anmak, onlara yapılan en büyük saygısızlıklardan bir tanesidir.


İngilizler Hindistan'dan, Fransızlar Afrika'dan Müslüman nüfusu kullandılar bize karşı. Dünyanın daha önce görmediği kadar çok kardeş kanı aktı o savaş boyunca. İşte ta o zamandan belliydi önümüzdeki çağın tamamen Müslümanların aleyhine olacağı.. İşte ta o zamandan belliydi önümüzdeki çağda Müslümanların sürekli acı çekeceği ve dünyanın hakiminin şeytana kulluk edenlerin olacağı..


Büyük Britanya, savaşın bittiği yıl olan 1918 yılında işgal etti İstanbul'u. O zamana kadar imzalan diğer anlaşmaları geçersiz saydı. Çünkü hala İstanbul'da almak istedikleri birkaç şey vardı. Birincisi Osmanlı hakimiyetinde olan petrol bölgelerini ellerine geçirmek, bir diğeri Osmanlı Devleti'ni tarihe gömmek ve en önemlisi de Hilafet'i yok etmek.


Savaş bittiği halde, İstanbul'dan almak istediklerini almadan, yani Hilafet'i yok etmeden bu savaşı bitmiş saymadılar. 1918'de girdikleri İstanbul'dan, hiçbir savaş olmaksızın 1923'te çekildiler. İngiliz ve Osmanlı ordusu bu süre içinde savaşmadı. Tam 5 sene boyunca kaldılar payitahtta. Bu beş sene içinde ne yaptılar?


Yine daha önceki yazılarımda söylediğim şeyi tekrarlayacağım;
''Onlar bir yeri işgal ettiklerinde, arkalarında kendileri için çalışacak bir cunta, bir sistem bırakmadan oradan ayrılmazlar.''


Eğer Çanakkale şehitlerini anmak ve onlara vefa borcumuzu ödemek istiyorsak, öncelikle yalnızca Çanakkale'de değil, cümle Osmanlı mülkünde şehit verdiğimiz tüm şüheda için aynı hassasiyeti göstermek zorundayız. Sonrasında ise onların neden şehit olduklarını düşünmeli ve onların bu uğurda canlarını boş yere vermediklerini göstermeye çalışmalıyız. Onların uğruna öldükleri şeyi tekrar yaşatmak, tekrar hayata getirmek, onlara vefa borcu duyan, duyması gereken tüm Müslümanların boyunun borcudur..


Ayrıca ''Zulüm 1453'de başladı'' diyenler, kendi tarihlerine küfredip, batının mitoloji tarihini göklere çıkaranlar, ''Kahrolsun Osmanlı, şeriat, hilafet'' diyenler, ''İslam gericiliktir'' diyenler, bira şişeleriyle TC yazanlar, ''Sevişirim evlenmem, hamile kalırım doğurmam'' diyenler ne Çanakkale, ne de başka bir zaferi kutlama ve yad etme hakkına sahip değildirler. Çünkü o şüheda, bunları yapanların dedelerine karşı savaşarak şehit oldu.


Bu saydığım zevat aslında; ''Kahrolsun Çanakkale şehitlerinin, cümle şühedanın uğrunda öldüğü, uğrunda canlarını verdikleri şey!!!'' diye bağırıyor. Mücadeleleri buna karşı. Lakin 20. ve 21. yüzyılın sahiplerinin, yani hükmedenin safında oldukları ve bu şaşalı ve gösterişli hayatların sahiplerini savundukları için, üretilen yalanların en büyük müşterileri onlardır. Ve bu yalan sayesinde de bu şehitlerin bile kendi hastalıklı dünya görüşleri için şehit olduklarına inanırlar, onları sahiplenirler.


Onlar şehitleri ve kahramanlık hikayelerini sahiplenirler, fakat o şehitlerin uğrunda öldükleri şeye lanet okurlar. Milyonlarca şehidin uğrunda öldüğü şeyi bugün yeryüzünden silmek için çabalar dururlar.. Onlar kahramanlık yalanının sahipleridir, kahramanlar ise uğrunda kanları akıttıkları şeyin..


5 Mart 2015 Perşembe

OKUL KİTAPLARI


Esselamu aleyküm canlar.


Geçenlerde nette dolanırken gözüme çarpan bir şeyi sizin de gözünüze çarpmak istiyorum. Ama konuya girmeden hemen önce, konuyla alakalı olarak sizlere ''Cemil Meriç'' okumanızı öneriyorum. Çağını aşan adamlar listemin güzide isimlerindendir kendisi.


Çünkü herkes içinde bulunduğu çağa, içinde bulunduğu çağın gözüyle yani dar bir pencereden, at gözlüğüyle baktığı için; kimse gerçeği ve büyük resmi göremez. Önlerine batılı giysiler, batılı uzun topuklu ayakkabılar, batılı bir devlet sistemi, batıdan gelen demokrasi, insan hakları ve özgürlükler tanımı konulmuştur insanların. Ve o insanlar ki, önlerine koyulan her şeyi almış; ve o zamana kadar üzerilerinde bulunan her şeyi atmışlardır.


Yani o insanlar, yeni çağın sahiplerinin galibiyetini kabul etmiş ve onlar gibi olmayı seçmiştir. Çünkü insanlar, güç kimdeyse ona benzer, ondan olur. Bu çağın gücü de batı gücüdür. Ve bütün bir insanlık kendi binlerce yıllık tarihlerini, benliklerini, inanışlarını, gelenek ve göreneklerini bırakarak; batılı olmayı, batılılar gibi olmayı seçmiştir.


Eğer günümüz dünyasının yeni kurucuları Çinliler veya Japonlar olsa idi, yani küresel dünya liderliğini kuranlar bu ülkeler olsa idi; tüm dünya bugün Çinliler ve Japonlar gibi giyinecek, onların gelenek-göreneklerini alacak, kültürlerini benimseyecekti. Nedeni sorulduğunda ise buna; ''çağdaş olmak için'' diyeceklerdi. Hatta birçok insan da Buda'ya inanmaya başlayacaktı..


Kısaca, içinde bulundukları cam kavanozdan seyrederler dünyayı. Birileri onlara; ''lan ne halt ediyosunuz o kavanozun içinde, çıkın dışarıya saçmalamayın anasını satıyım, icat çıkarmayın. Kavanozda yaşanır mı??'' dediğinde, kavanozun içinde yaşayanlar kendilerini normal gördükleri için, dışarıda olanlara deli, cahil, yobaz ve çağa ayak uyduramamış geri kafalı olarak bakacaklardır. Çünkü kendi küçük cam kavanozlarında mutludurlar. Dışarıya çıktıklarında, o an sahip oldukları şeyleri kaybedeceklerini bilirler. Bu yüzden kavanozda kalmak ve o kavanozu korumak isterler..


Kavanozun içindeki insanlar, o kavanozdan bağımsız düşünemezler. Bu yüzden onun kölesidirler. Fakat dışarıdaki adamlar hem dışarıyı, hem de içeriyi görebiliyordur. Bu yüzden onlar çağın ilerisindedirler. Cemil Meriç de onlardan bir tanesi. İçinde bulunduğu modern dayatmalara aldırmayan, zeki, cesur ve özgür bir kafa.


Ve üstad Cemil Meriç şöyle der;
''Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır.''


Haddim olmayarak ona şunu da eklemek istiyorum;
''Bütün kitaplarımız.'' ''Çocuklarımız''

Haçlıların en büyük zaferi, ellerine geçirdikleri kitaplarımızdır. Kitaplar vasıtasıyla da çocuklarımızı ellerine geçirmişlerdir. Çünkü kitaplar çocuk; çocuklar da koca bir nesil demektir. Böylece kendi kafalarında bir toplum yetiştirirler. Kendi

Bence batının en büyük başarısı kendi giysilerini ve adetlerini dünyaya pazarlaması değildir. Batının en büyük başarısı, kendi giysilerini ve adetlerini dünyaya pazarladıktan sonra, bu giysileri ve adetleri benimseyip; onları benimsemeyenleri çağ dışı olmakla suçlayan bir nesil yetiştirmektir. Yani kendi düşüncelerine inanan insanlardan ziyade; o düşünceleri savunan insanlar ortaya çıkarmıştır batı.


Bunun sonucunda öyle bir insanlık ortaya çıkar ki, batılılar; ''İnsanları dış görünüşlerine karşı yargılamak da bir çeşit ırkçılıktır.'' derken; batılı olmak için çabalayan güruh; ''Cübbe giyenler, çarşaf takanlar, başörtü takanlar, şalvar giyenler yobazdır, gericidir!!!'' derler..


Dünyanın en yüksek yaşam standardına sahip olan Avustralya'da, başörtülü bir kadın, takkeli bir adam halk tarafından korunur ve kendisine destek çıkılırken; çağa ayak uydurmak ve çağdaş olmak uğruna her şeylerini bu insanlara benzetmeye çalışan çakma batılı kafalar ise; ''ben türbanlıların bu ülkede barınmasına da karşıyım'' derler.


İşte bunun ana sebebi de insanları bir ideolojiye tabi tutarak büyütmeleridir. O ideolojide batıdan gelen her şey sorgulanmadan kabullenilmesi gereken doğrulardır; fakat İslam kültürü ve medeniyeti meşeili her şey yine sorgulanmadan reddedilmesi gereken yanlışlardır. Bu da, bu ideolojiyi bu topraklara getiren insanların da, ona uyanların da inanılmaz bir aşağılık kompleksleri olduğunu gösterir. Bu yüzden kendi doğduğu toprakları ve o toprakların insanlarından nefret ederken; batılıya hayranlık besler. Onun gibi olmak ister. Bu yüzden de kendisine ait olan her şeyi değiştirmek ister. Böylece kendi kimliğini satmış olur. Modernlik uğruna kendisini, kendi kimliğini, kendi tarihini satar. Sırf batılılar gibi dar pantolon giyebilmek ve dekoltelerini açabilmek için yaparlar bunu. Arzularının kölesi olan bir insanlık ortaya çıkar böylece. Hem arzularının, hem de aşağılık kompleksinin elinde maskara olan bir insanlık..

Cadılar Bayramı kutlayan masum Türkler
Konumuz okul kitapları.
90 yıldır kurtulamadığımız bir sistemin ürünü olan kitaplar.
Ve ''okumazsan adam olamazsın'' deyip, çocuklara okumanın nasıl bir zorunluluk olduğunu anlatırken, ne okuduklarına zerre kadar dikkat etmeyen bir toplum oldu bu toplum. Yani; ''bu adamların kurduğu sistemde, onların kendi sığ görüşlerini ve fikir tetikçiliklerini yaptıkları kitaplarını okumalısın. Buna uymak zorundasın. Bunun bir parçası olmak zorundasın. Yoksa adam olamazsın.'' tarzında bir düşünce yapısı bu.


Bana en çok koyan nedir bilir misiniz?
Size okulda tamamıyla yalandan ibaret şeyler anlatırlar. Bilirsiniz.
Sonra da sınavlarda o yalanları sorarlar size ve sizden yalan olan cevabı seçmenizi isterler. Siz bunun bal gibi yalan olduğunu bile bile seçmek zorunda kalırsınız o yalan seçeneği.

Hatta bazen sizin tarihinize, atalarınıza, dininize hakaret eden sorular bile çıkar karşınıza. Ve sizden istedikleri yine onların doğru kabul ettikleri yalanlardır.

Düzen, sizinle alay eder.


Cumhuriyet tarihiyle başlayan kitaplarımızdaki haçlı işgali, ne yazık ki bugün bile devam etmekte. Bizler hala zincirlerini kırmaya çalışan tutsaklarız. İsterseniz bugünkü okul kitaplarımıza birlikte bakalım;


Haçlı zihniyetinin en güzel örneklerinden biri mesela bu resimdir. ''Allah'' yerine ''tanrı'' kelimesini ısrarla söylemek, ısrarla vurgulamak. Bu adamların Allah lafzıyla çok açık bir zoru var arkadaş.


Yine ''tanrı'' ifadesinin yanında, bir de ''inanılan'' kelimesi oldukça klas bir şekilde yerleştirilmiş. Bu, Müslüman çocuğuna çaktırmadan salyangoz yedirmektir. Tıpkı McDonalds'a gidip orada domuz eti yedikten sonra; ''hadi lan domuz eti miydi oooo'' diye dövünen Müslümanlar gibi..


Bakın bu bir 8. sınıf Din Kültürü kitabı.
Ve ben size bu kitabı kimlerin yazdığını şıp diye söyleyebilirim. Ama onun öncesinde bu resmi, birkaç başka resimle birleştirerek bir konu bütünlüğü oluşturalım.



''Cumhuriyet tarihine tapın, Cumhuriyet öncesi binlerce yıllık tarihinizden nefret edin'' demektir bu. Bu millet binlerce yıldır var, binlerce yıl süper güç olmuş. Atilla, ta Avrupa'ya kadar gitmiş ve Papa'ya önünde diz çöktürmüş. Fatihler, Kanuniler tüm dünyanın krallarına hükümdarlarına önlerinde diz çöktürmüş. Fakat aradan yıllar geçmiş ve o batılıların kıyafetlerini giymekle övünen, kendi kıyafetlerinin giyilmesinden utanan bir toplum ortaya çıkarılmış.


Hani bugün bu yobaz kafalar var ya, Taksim'de, Bakırköy'de, Şişli'de, Nişantaşı'nda falan.. İşte bu yobaz kafaların başörtüsü takmış, sakal bırakmış cübbe giyen insanlara tahammül edemeyişlerinin sebebi budur. Hayatları boyunca bu gibi kitaplarla yetişmişler ve kılık kıyafet gibi sudan ucuz meseleleri bile gelişmişlik veya gelişmemişlik olarak görmüşlerdir. Çünkü bunlar örümcekli kafalardır.

İşte bu da, söylediklerimin kanlı canlı kanıtıdır

Ve yukarıda daha önce gösterdiğim resmi yapanlarla bu resimleri yapanlar aynı kişilerdir. ''Peygamberimize sevgi ve saygıda aşırıya kaçmamalıyız.'' ifadesinin anlatmak istediği şeylerin başında da işte bu kılık kıyafet olayı vardır. Çünkü bol giyinmek ve sakal bırakmak sünnettir. Ayrıca bu giyiniş alamet-i İslam'dır. Yani bu kıyafet, kafalarda Müslüman kıyafetidir. Böyle giyinen birini gördüğünüzde direkt olarak ''Müslüman'' dersiniz. Zaten amaç da bunu ortadan kaldırmaktır. Ki bu çok büyük ölçüde başarılı olmuştur. Dünyanın en batısındaki Amerikalı ile, en doğusundaki Çinli, Japon; en güneyindeki Afrikalı ile, en kuzeyindeki Rusyalı insan tamamen aynı kıyafetleri giyiyor. Aralarında en ufak bir fark yok. Tek tip bir dünya, tek tip bir insanlık..

Dışarıdan baktığında kimin Müslüman, kimin gayrimüslim olduğunu anlayamadığımız bir çağ. Kimliğinden utanıp, parası ve gücü olanın kimliğine bürünmeye çalışan zavallı Türk insanı.. Zavallı koca bir insanlık..



Bunların yanında bir de; ''loto toto'' gibi ifadeler var okul kitaplarında. Dikkat edin, her bir cacık mevcut bu Allah'ın cezası kitaplarda; bir tek İslami ifadeler yok. Eğer oraya; ''Atilla namaz kıl, abdest al, oruç tut'' yazılsaydı, bu %15 ila 20'lik laik kesim dünyayı ayağa kaldırır, Tarık Akan, Rutkay Aziz, İlyas Salman, Can Dündar gibi kafalar bir taraflarını yırtarlardı. Hatta Chp'liler ve cemaatçilerin bir kısmı da yabancı gazetelere ve başbakanlara mektuplar yazardı. Hani her zaman yaptıkları iş ya, ondan diyorum.


Ondan sonra İslam fıkhı ve ameli, itikadi olayların hepsi birbirine karıştırılmış durumda;


Caferilik?
...

Gelin olayı daha da vahimleştirelim.


Okul kitaplarımız ateistler tarafından yazılmaktadır. Dahası da var, onlara da bakacaz. Bir ateist için din olgusu yalnızca varsayımsaldır. Daha kendi inandıkları şeyi ''teori'' olmaktan ileri götürememiş olan insanların ''din'' olgusuna bu şekilde hücum etmeleri beni ziyadesiyle güldürüyor. Ve bu gibi adamların yaklaşık 150 yıldır kullandıkları bir ''bilimsel'' ağız var. Okul kitaplarında kendi ''teori''lerini kanıtlama çabasına giden ve aynı zamanda da ''din'' olgusuna saldıran bu gibi insanlara, daha doğrusu bu sisteme karşı savaşmak da; onların elinde oyuncak ettiği ve yıllardır kendi oturma organları nasıl istiyorsa ona göre bir şeyler buldukları bilimselliği kendi elimize geçirmemizdir. Ve bunun için de ben, bir ''Kur'an ve Sünnet Mucizeleri ve Bilimsellik'' dersinin zorunlu kılınmasının tek çare olduğuna inanıyorum. Öle bir ders yapsınlar, dersin kitabını da müfredatını da ben yazarım, sorun değil, yeter ki yapılsın. Çünkü yalnızca benim acizane bulduğum ve bildiğim bilimsel mucizeler yıllarca öğretilecek bir ders müfredatı oluşturmaya yeter. Yüzlerce Müslüman bilim adamımız da var, yalnız bu gibi fikirler yok ortada. Bu fikirlerin olduğu bir yazı düşünüyorum Allah'ın izniyle.


Neyse devam edelim ateist eğitim sisteminin kitaplarına;


Aslında bana kalırsa tam tersi. Ateizm, insanların anlayamadıkları doğaüstü olayları, doğa olaylarını uydurulan bir teori ile ''her şey tesadüf'' diye açıklamaya gitme çabasıdır.





Bu A9'un tek yaptığı da bu zaten anasını satayım

Pek sevgili Adnan ve kediciklerinin neden bu denli ateizm ile uğraştıklarını merak ediyorsanız eğer, size şöyle bir şey söyleyeyim; ''Mehdi as geldiğinde, ateizmi çökertecek'' diye bir hadis var. Bu anlamanız için yeterli olur.


Gördüğünüz üzere okul kitapları baştan aşağıya ateizm, Hristiyanlık, Dinler Arası Diyalog ve tarih düşmanlığıyla dolu. Şimdi soruyorum size; bu kitapların menşei bu topraklar mı? Yoksa bu kitaplar hala ve hala batılı Haçlı zihniyeti tarafından mı yazılıyor?


Benim anlamadığım şey şu; batıda insanlar İslamiyet ve Müslümanlar aleyhinde bir propaganda ile yetişiyor. Burasını anlayabiliyorum, çünkü onlar batılı ve aramızda binlerce yıldır bitmeyen bir savaş var. Çok dayak yedikleri ve suratlarının bir tarafında hala bir Osmanlı şaplağı olduğu için de, kendi nesillerini bunun bir daha tekrarlanmaması için tüm bunlara düşman olarak yetiştiriyorlar.

Bu adamlar bizden nefret eden bir nesil yetiştiriyor (Link), aynısının burada da yapılması hiç mi tuhaf değil? 

Aynı adamlar, burada da bu toprakların insanlarını aynı şekilde bir propagandaya maruz tutuyor, kendi tarihine, diline, dinine düşman bir nesil yetiştiriyor ve bu ülkedeki bir kesim akıl hastası olan ''manik depresif şizofrenik ideolojizm'' hastalığına yakalananlar bu eğitim sistemini savunuyor. Değiştirmek isteyenlere karşı çıkıyor.


Var olan eğitim sistemi, adalet sistemi, hatta toplum sistemi kokuşmuş. Küflenmiş. Ve kokuşup, küflenen şeyler insan sağlığına zararlıdır. Vücudumuz ölmeden bu kokuşmuş şeylerden kurtulmamız şart, aksi halde geri dönülemeyecek kadar ileri gideceğiz sonunda son günlerimizi huzurla geçirmemiz gerekecek, çünkü ortada bir toplum kalmayacak. Her birimiz kökümüzü, soyumuzu, sopumuzu, kimliğimizi, dinimizi, dilimizi ve benliğimizi unutacağız. Bizler eski ile yeni toplum arasındaki bir geçiş köprüsüyüz. Eski toplumla olan bağlarımız çok ince de olsa hala duruyor ve yeni toplum, yeni yüzyılın getireceği teknolojik dünyayla birlikte bizim çocuklarımıza ait olacak. Böylece tek bir dünya devleti kurulması için gerekli olan tek bir toplum yapısı tamamıyla sağlanmış olacak. Makinelerden ve robotlardan farksız bir insanlık. Aynı fabrikada üretilmişçesine birbirlerine benzeyen bir insanlık..