6 Ekim 2014 Pazartesi

SON OSMANLI


Yine uzun bir aradan sonra tüm canlara selamlar.
Özledim sizi.

Ben de bu dünyanın oksijenini soluyan bir insan olarak elbetteki hayat meşgalelerine sahibim. Dünyanın gidişatı, zorunluluklar, insanlar derken bazen her şeyden kopuyor insan haliyle. Maillerimi her kontrol edişimde gelen binlere yakın mesajı gördüğümde, hiç tanışmadığım binlerce arkadaşımın olduğunu fark ettim.

İnsan psikolojisi üzerine baya baya kafa yoran biriyim, bu yüzden insanların hareketlerini, sözlerini ve davranışlarını analiz ediyorum uzun zamandır. Yine psikopata bağladım diyebilirim, zira düşünceleri okumaya kadar ilerlettim bu işi. Hatta insan ve davranış psikolojisi üzerine bir kitap çalışmam da olacak yakında Allah'ın izni ve sizlerin de dualarıyla.


Epey bir ara verdim ama ard arda birçok yazı yazmayı düşünüyorum. Çevresine biraz olsun elit görünebilmek için bir palyaçonun yaptığından daha fazla şebeklik yapan insanları, kendilerini bu ülkenin sahibi gören ama hayatlarının beş dakikasında bile bırak bu ülkeyi, evindeki tuvalete bile bir faydası dokunmamış olan iki yüzlü Amerikan çakması Che Guevara'ları; at gözlüklü olmaktan, ön yargıdan bahsedip de gece yatarken bile at gözlüklerini çıkarmayan ve kendi ön yargılarıyla dost olmuş denyoları anacağım bol bol. Hepsinden biraz döktürücem ortaya.
Hakkında tek bildiği ismi ve kolunda bir resmi olduğu..
Uzun süre yazmayınca insanın kafasında çok şey birikiyor. Benim de öyle oldu. Ama elimden geldiğince ve Allah izin verdikçe her birini yazacam inşallah.


Şimdi o zaman ufaktan bir girizgah yapalım konumuza doğru.
Ülke hakkında konuşalım bugün.
Vatan kavramı üzerinde duralım biraz.
Ve birlikte bi sosyal deney yapalım; kafamızdaki kavramlar değişmiş mi, yoksa hala aynı mı?
Ben ''vatan'' derken neyden bahsediyorum, sen ''vatan'' denilince ne anlıyorsun, ona bakalım biraz.
Biraz tarihi kurcalayalım, biraz flaş bek yapalım, biraz da bugüne dair birkaç kelam edelim.
Bakalım aramızdaki fark neymiş, neden anlaşamıyor muşuz..

Şimdi en başından başlayalım.
Şu resme bi bakalım önce;


Gördüğünüz üzre bu, Osmanlı Devleti haritası. Şuanki Anadolu toprakları da dahil olmak üzere Avrupa, Afrika ve Arap Yarımadasının yarısı Osmanlı toprağıydı. Tabi aradan zaman geçti, bu bin yılın en büyük sanal dalgası milliyetçilik adı altındaki ırkçılık sebebiyle milletler ayaklandılar ve Büyük Britanya'nın desteğiyle Osmanlı'dan ayrıldılar ve ''sözde'' bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sanki kölelerdi anasını sattığımın dallamaları. Kendilerine ''bağımsızlığınızı ilan etmelisiniz, Osmanlı'dan ayrılmalısınız'' diyenler, bu küçük ülkecikler Osmanlı'dan koptuğunda adeta sürüden ayrı kalmış ceylanı kapan aslan gibi, her şeyleriyle bu ülkeleri ellerine geçirdiler. Onları bağımsızlıkla kandırıp, kendi köleleri haline getirmiş oldular. Fakat daha önceki yazılarda bahsettiğim gibi; insanları bağımsızlıkları adına ayaklanmaya teşvik ederseniz, baştaki adamları kendi isteğiniz doğrultusunda değiştirebilirsiniz. Çünkü halk bunu kendilerinin başardığını sanacaktır. Böylece epey uzun bir süre size sorun çıkarmazlar. Çünkü o halka sorarsan, ''baştaki adamları biz indirdik'' derler, kendilerini buna inandırırlar.


Nitekim de batının, sömürdüğü ülkelerin liderlerini indirmek için halk ayaklanmalarına ihtiyacı vardır. Çünkü dünyaya ''bu herifi indirmek istiyoruz'' diyemezler elbette, bunun yerine ''halk böyle istiyor, bu da en doğal ve demokratik hakları'' derler. Bu sebepledir ki, değişiklik yapmak istedikleri ülkelerde halk ayaklanmaları organize ederler. Bu bazen bir azınlık olur, bazen her zaman ayaklanmaya hazır olan muhalif gruplar olur; ama ne olursa olsun her zaman %99 oranında gençler olur. Çünkü hayattaki tek tecrübeleri okul ve sokaklar olan bu genç insanlar, içlerindeki maceracı ruhla ve izledikleri V For Vandetta gibi filmlerle; sokağa çıkıp, kaldırım taşlarını söküp, özgürlük naraları atarak dünyayı kötü kalpli insanlardan arındırabileceklerini sanırlar. Kısacası, gençler kandırılmaya veya kullanılmaya en yatkın insanlardır.

Her neyse.
Dönelim Osmanlı'ya.

I. Dünya Savaşı ismi kafanızı karıştırmasın, bu savaşın asıl adı ''Osmanlı topraklarını parçalama, bölüşme ve sömürge elde etme savaşı''dır. Çünkü Dünya Savaşı isimli bu savaşın gerçekleştiği yer yalnızca Osmanlı toprakları olmuştur. Sebebi de çok basittir. Gerçekleşen sanayi devrimi sonrası, sanayileşen batıda ham madde ihtiyacı doğmuştur ve nerede ne kadar ham madde varsa hepsi Ortadoğu topraklarındadır; petrol, altın, gümüş, fildişi, elmaslar, kömür, doğal gaz, ipek vs vs...


Bin yıl önce başlayan Haçlı Seferlerini hatırlayın. Şuan bizim yaşadıklarımız, bin yıl önce bu topraklarda yaşayan insanların yaşadıklarıyla tamamıyla aynı. Batı, sahip olmadığı zenginlikler için bu topraklara tarih boyunca saldırmış ve bu toprakların zenginliklerini sömürmüştür hep. Bizlere tarih kitaplarında Haçlı Seferleri başlığı altında birçok savaş gösterirler ama I. Dünya Savaşını buna dahil etmezler. Nedenini düşündünüz mü hiç? İlk yapmanız gereken şeyi söyleyeyim size; bunu bir düşünün..


Tam 300 yıl bu plan üzerinde çalıştılar; İslam Birliğini parçalamak.
Bildiğiniz üzre İslam Birliğini kuran Yavuz Sultan Selim'dir. Bazı akıl fukaraları ve her şeyi kendilerinin bildiklerini düşünen ama karşılıklı konuşmaya kalksan seninle beş dakika tartışamayacak kadar az bilgiye veya belgeye sahip olan denyolar Yavuz Sultan Selim hakkında olumsuz düşünürler.


Neymiş efendim alevi katliamı yapmışmış, neymiş efendim Kürtlere beddua etmişmiş, neymiş efendim kendi oğlunu öldürmeye çalışmışmış, neymiş efendim küpe takmışmış... Gönlünde aslında iman yerine küfür olan bazıları bu gibi şeylere her zaman kendilerini inandırmışlardır. Bu adamdan nefret etmek için de bundan daha güzel bir sebep olabilir mi; adam İslam Birliğini kurdu, daha nolsun hacı?
Konuya dönelim yine.
300 sene boyunca üzerinde çalıştıkları planlarını 1914 yılında resmen hayata geçirdiler. Fakat onlar, bu savaşı daha başlamadan önce kazanmışlardı zaten. Zira Osmanlı Devleti'nin içine soktukları ajanlar zamanla devleti ele geçirdiler. Numara da hep aynıydı; milliyetçilik, modernlik, çağdaşlık, medeniyet..


Jön Türkler dediler kendilerine.
Devlet tarafından Avrupa'da eğitim almaya, Avrupa'nın nesi var nesi yok görmeye gönderildiler. Fakat şaşalı Avrupa hayatına, içkiye, kadınlara, sosyeteye o kadar kendilerini kaptırdılar ki; yalnızca teknolojik gelişmeleri değil Avrupa'nın sosyal hayatının da alınması gerektiğine inandılar.

İnandırıldılar.
Bilhassa İngiltere tarafından da sürekli desteklendi ve finanse edildiler. İngiltere her bölgeye milliyetçilik akımını savunan ''okumuş, aydın, elit'' ajanlar yerleştirmişti. Arapların içine Arap aydınlar, Bulgarların içine Bulgar aydınlar, Yunanların içine Yunan aydınlar, Sırpların içine Sırp aydınlar, Türklerin içine Türk veya Türk görünümlü aydınlar.. Abdullah Cevdetler, Ahmed Rızalar, Tunalı Hilmiler, Yusuf Akçuralar, İbrahim Temolar vs vs..


Okuldaki mide bulandırıcı tarih derslerinden hatırladığınız kadarıyla Tanzimat ve Islahat Fermanları hakkında az çok bilgi sahibisinizdir. Özellikle Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik ve demokratikleşme furyası tüm dünyaya pazarlanmıştı. Batı, tıpkı bugün yaptığı gibi ''bakın yeni bir şey ortaya atıyorum, bunu siz de kullanmalısınız'' demişti dünyaya. Kendi görüşlerinin tetikçiliğini yapacak ''aydın'' isimli ruhunu satmış insansı varlıklar çıkardılar ortaya. Bugün batılılar okültik gizli örgütlerin kurucuları olan GalileiAdam Weishaupt gibi aydınlarını hala nasıl seviyor, koruyor ve asla haklarında kötü bir şey düşünmüyorlarsa; aynı durum bu ülkedeki aydın ve elit olduklarını sanan, kendilerini modernist, çağdaş olarak tanımlayan at gözlüklü diplomalı cahillerin ve çağdaş yobazlar için de geçerli.


Aydınlanma Çağı dedikleri bir çağ var ya hani, bizim bütün okült gizli örgütlerin bugünkü hallerini aldıklarını bildiğimiz.. Bir batılıya Aydınlanma Çağı dedikleri bu çağın aslında koca bir oyunun parçası olduğunu asla ve kat'ha anlatamazsın. Çünkü adamlar bilim adamıdır. Çünkü adamlar devrimlerde en büyük rolü oynamışlardır. Pozitif bilim demişlerdir. Demokrasiyi kurmuşlardır. Ulus devlet kavramını ortaya çıkarmışlardır. Bu adamlar hiç kötü olabilir mi?


Gelin aynı olayı bizim ülkemize kopyalayıp yapıştıralım.

Şinasi'yi duymuşsunuzdur okulda mutlaka. Şair ve gazetecidir, çevirmendir, tiyatro yazarıdır. On parmağında on marifet vardır. Edebiyat tarihimizde sürekli övülen kilometre taşlarındandır kendileri. Sonra Namık Kemal'i bilmeyeniniz zaten yoktur. Ahmet Midhat Efendiler, Tevfik Ebüzziyalar falanlar filanlar.. Bunlar genelde sadece edebiyat alanında meşhur olanlardır. Fakat işin ilginç tarafı, bizdeki aydın isimleri adamların büyük çoğunluğu asker veya siyasetçi altyapısına sahiptir. Örneğin; Falih Rıfkı AtayZiya PaşaTalat PaşaCemal PaşaMidhat Şükrü BledaEnver PaşaMidhat Paşa ve daha bir sürü asker veya siyaset adamı..
Namık Kemal
Bugün sahip olduğumuz eğitim sisteminin içinde bu adamların her biri birer hürriyet kahramanı, birer vatansever ve birer aydındır. Tıpkı batıda Aydınlanma Çağını başlatan aydınlar gibi, bu adamlar da bu topraklarda bir çeşit aydınlanma çağı başlatmışlardır kendilerince. Ve tabii ki kurdukları sistem tıpkı batıda olduğu gibi hala devam etmektedir, bu yüzden de sistemin iyi adamlarıdırlar.


İttihat ve Terakki'nin babalarından biri sayılan Midhat Paşa'yı hatırlayın. Abdülaziz Düşerken isimli yazıda epey bir bahsetmiştik kendisinden. Yahudi olduğundan, bir mason olduğundan, Sultan Abdülaziz'i tahttan indirip sonra da intihar süsü vererek şehit eden grubun başında olduğundan bahsetmiştik. Hatta size 5 bölümlük, her biri yaklaşık 30 dakikadan oluşan çok güzel bir dizi-belgesel tavsiye edeyim; Kirli Oyunlar. Gerçekten güzel ve  kaliteli bir yapım, izlediğinize asla pişman olmazsınız.


Şimdi konuyu birazcık değiştirip, araya birkaç şey sıkıştırıcam.
Tanzimat ve Islahat Fermanlarından bahsederken okulda şunu öğrenmiştik hatırlayın;
''Bu fermanlar Avrupa'nın baskısıyla hazırlandı, böylece Avrupa'nın Osmanlı'nın iç işlerine karışabildiğini görüyoruz.''


Bunun böyle olduğu çok açık zaten, üzerine yorum yapmaya gerek yok. Fakat ben sizin şimdi başka bir pencereden bakmanızı sağlıcam. Avrupa'nın baskısıyla hazırlandı bu fermanlar, yani bu dasyatmalar batılı devletlerin işine geliyordu. Burası tamam. Peki bu fermanları Osmanlı'nın içinde kim hazırladı? Kim bu fermanları destekledi? Kim bu fermanların çok iyi olduğunu savundu? Eğer biraz dikkatli bakar ve üzerinde düşünürseniz, yazının sonunda size anlatmak istediğim şeyi şimdiden anlarsınız..


Saydığım tüm bu adamlar Osmanlı'da kendilerini aydın olarak tanıtan adamlardı. Zira tarih kitaplarında ve derslerinde de aynı şekilde tanıtıldılar bize. O gün de, bugün olduğu gibi ''demokrasi, özgürlük, eşitlik'' gibi kelimelerin, kavramların savunucusu olarak tanıtıldılar. Gelin şimdi bu adamların vatan, hürriyet, ittihat ve terakki -ki anlamı birleşme ve ilerleme demektir- demokrasi, eşitlik kavramlarına birlikte bakalım.

19 Nisan 1909...
Yıldız Sarayı...
İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğindeki Hareket Ordusu, Selanik'ten yola çıkıp Yıldız Sarayı'nı kuşatır. Ermeni, Yunan, Arnavut, Bulgarların çoğunlukta olduğu bir grup silahlı sarayı kuşattıktan sonra Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirirler.

Aynı tarih..
Yıldız Sarayı..
Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihat ve Terakkinin başını çektiği darbeci grup, Yıldız Sarayı yağma eder. Saraydaki tüm mücevherleri, değerli eşyaları, yiyecek ve giyecekleri yağmalarlar.


23 Ocak 1913..
Hükumet konağı, Bab-ı Ali..
İttihat ve Terakki Partisi, yanındaki bir grup silahlı askerle dönemin hükumet konağına girer ve içeridekileri öldürerek darbe yapar. Böylece hükumeti eline geçirir.

Darbenin hemen ardından da, hareketin lideri olan Enver Paşa, Britanya Askeri Ateşe'si Frederick Tyrrel ile manidar bir görüşme yapar elbette; Link


Sultan Abdülhamid'i, devleti istibdat ile yönettiği gerekçesiyle suçlayan İttihat ve Terakki, ellerindeki silah gücüyle sürekli darbe yapmış ve kendi aleyhlerinde en ufak bir propagandaya, bir muhalefete izin vermemiştir. Tıpkı 1950, 1980, 1997 darbelerinden sonra olduğu gibi. Tıpkı bugün Mısır'da silah zoruyla hükumeti deviren vandalların, şuan hiçbir aleyhte propagandaya yayına veya muhalefete izin vermemeleri gibi. Bunun böle olduğunu tahmin etmek için Einstein olmaya gerek yok.


Üç Paşalar dönemi olarak bilinen bir dönem vardır. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Bab-ı Ali baskınından sonra, Osmanlı çökene kadar ülkeyi yönetmişlerdir. Devletin kontrolü tamamıyla İttihat ve Terakkinin eline geçmiştir.


İttihat ve Terakki'nin kurucularından biri olan Enver Paşa..
Kendisi 31 Mart darbesinde de rol oynamıştı tabii ki. O sırada Berlin'deydi. Zira kendisi ve tüm İttihat ve Terakki avenesi bildiğiniz üzere Alman hayranlarıydı.

Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na sokan isimlerin başında geliyordu ve üstüne bir de Bab-ı Ali baskınını yapmıştı.


Fakat Enver'i uzunca bir konuşmak lazım aslında. Hepimizin bildiği Sarıkamış Harekatı var ya hani, binlerce askerimizin savaşamadan, soğuktan donarak öldüğü o harekat.. O harekatın emrini veren Enver Paşa'dır.


Talat Paşa...
İttihat ve Terakki'nin kurucularından..
Türkiye'deki ilk mason üstadı.. Link

Cemal Paşa...
İttihat ve Terakki'nin kurucularından..
Dönemin yüksek derecedeki masonlarından elbette.. LinkLinkLink
Üç Paşalar iktidarındaki üç paşadan biri.
I. Dünya Savaşı'nda ''Filistin Cephesi''nin başında yer almış ve savaşın kaybedilmesinin baş müsebbibi olarak suçlanmıştır.
31 Mart Vakıasında Hareket Ordusunun başındaki isimlerden.
1912'de, tümeniyle birlikte Balkan Savaşı'na katılmış ve çok ağır bir yenilgi almıştır.
I. ve II. Kanal Harekatı'nda saldırı emri vermiş ve ikisinde de çok ağır yenilgi almıştır.


Buraya kadar olan bölümden de anladığımız gibi, İttihat ve Terakki'nin tüm kurucuları en yüksek derecedeki mason biraderlerdir. Bir araya gelip ''Tavukları pişiiiiirmişem, orduları çarşıya göndermişeeeemm'' gibilerinden cibilerinden şarkılar dinleyip göbek atmalarıyla ünlülerdir.


Daha birçok İttihat ve Terakkili paşa var I. Dünya Savaşı'nda ordulara komuta eden.
Hafız Hakkı Paşa var mesela. Sarıkamış'taki harekatın başındaki komutanlardan.
Fahrettin Altay, Filistin'deki yenilgi sırasındaki komutanlardan.
İbrahim Çolak, bir diğer komutan..
Kazım Orbay, 31 Mart darbesine katılanlardan ve sonraları TC Genelkurmay başkanlığı yapmış bir kişilik..
Trablus'ta savaşan yüksek rütbeli askerlerden Ali Çetinkaya.. İstiklal Mahkemeleri hakimlerinden.. TBMM'de işlenen ilk cinayet olan Halit Karsıalan cinayetinde, mahkeme tarafından fail olarak kabul edilmiş fakat cezasız kalmış..
Selahaddin Adil, 31 Mart darbesinde görev alan askerlerden birisi..


Ve daha birçok I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı komutanı olan İttihat ve Terakki üyesi var. Çok değil, azıcık, birazcık beyniniz varsa Osmanlı'yı bu savaşa sokan İttihat ve Terakki'nin aynı zamanda bütün kilit noktalardaki paşaları, komutanları eline geçirdiğini, bu pozisyonlara kendi adamlarını yerleştirdiklerini görür, anlarsınız.


''Batılı ülkelerin Osmanlı'nın içişlerine alenen karışması''nı hatırlayın. Evet alenen karışıyorlardı Osmanlı'nın içişlerine. Peki nasıl yapıyorlardı bunu? Ülkemizin tarih tezi bu noktada tam bir geri zekalı ürünüdür. Bir taraftan ''evet Osmanlı'nın içişlerine alenen karışmaya başlamıştı I. ve II. Meşrutiyet ile Batılılar!!'' derken; diğer taraftan da ''Meşrutiyeti ilan edenler vatan ve hürriyet kahramanlarıdır!!'' der çünkü. Eğer batılılar Osmanlı'nın içişlerine meşrutiyetin ilanıyla karışabildiklerini gösterdiyse; demek ki meşrutiyetin ilanını sağlayanlar batılıların bu ülkedeki adamlarıdır, yanlış mı? Bu ülkede meşrutiyeti ilan ettirenler, aslında batıdan aldıkları emirler doğrultusunda bunu yapmışlardır, yanlış mı? Peki neden tarih tezlerimizde, okullarımızda meşrutiyeti ilan eden herifler ''vatan ve hürriyet kahramanları'' sıfatıyla anılıyor? Bu işte bir gariplik yok mu hacı?


Meşrutiyeti kimlerin ilan ettirip, kimlerin Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirdiğine kısaca bir göz atarsak da, size yarım saattir naçizane anlatmaya çalıştığım şey ile karşılaşırız ; LinkLinkLinkLinkLinkLink



Fakat ben Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilişinin öncesi ve sonrasını başlı başına bir yazı halinde ele alıcam inşallah. Ne zamandır yapacaktım zaten bunu. O yazıda bu konuyu tamamen, en ince ayrıntısına kadar konuşacağız inşallah.

Buraya kadar olan bölümde birçok şey anlamışsınızdır, fakat bir yandan da kafanızda bir sürü soru işareti doğmuştur. Ki bu da çok normal. Mesela, İttihat ve Terakki'nin tüm bunları yapmaktaki amacı ne olabilir?


Naçizane ve acizane anlatmaya çalıştığım kadarıyla İttihat ve Terakki üyesi olan adamların kimler olduğunu biraz olsun anlamışsınızdır zaten. Kurucuları tamamıyla masondur ve kendisi de bir mason yapılanmasıdır zaten. Amaçları da rejimi, yani imparatorluk düzenini yıkmak ve ulus devlet kurmaktır. Türkiye Ulus Devleti. Bu nedenledir ki, her biri birer Türkçüdür. Türkçülük akımının neredeyse bütün savunucuları İttihat ve Terakki üyesidir.


Mesela Ziya Gökalp de bir İttihat ve Terakki üyesidir, hatta Türk milliyetçiliğinin babası sayılır. Peyman isimli bir gazete çıkarır mesela, buram buram Türk milliyetçiliği yapar. Edebiyatta verdiği eserlerde de nitekim aynıdır. Sonra Abdullah Cevdet'in İshak Sukuti'yle birlikte çıkardıkları Osmanlı Gazetesi başlı başına Sultan'ı ve rejimi eleştirir. Milliyetçiliği savunur.Tunalı Hilmi rejim aleyhine çalışan ve milliyetçilik, meşrutiyet gibi kavramları savunan diğer bir aydın görünümlü kaydındır. Yalnızca gazete değil dergiler de çıkarırlar elbette. Mesela Genç Kalemler dergisi meşhurdur. Tevfik Fikret'ler, Halid Ziya Uşaklıgil'ler, Ömer Seyfettin'ler ve daha niceleri İttihat ve Terakki üyesi ve Türkçülük akımı savunucularındandır.

Ziya Gökalp
Yani edebiyat tarihimizde gördüğümüz neredeyse tüm o yazarlar, şairler, tiyatrocular ve daha diğer çeşitli adamlar Türkçülük akımını savunmuşlar, böylelikle de halkın beynine bunu tamamıyla yerleştirmişlerdir. Zira dünyada var olan sistemi yıkmak istiyorsan, önce o sisteme karşı olan aydınlar türetirsin. Basını kullanırsın. Onları pazarlarsın. Böylelikle bir fikir ortaya atar ve o fikri insanların benimsemesini sağlarsın.


İttihat ve Terakki'nin de, kendilerine batılılar tarafından aşılanan amaçları da buydu. Zira Osmanlı Devleti koca bir coğrafyaya, birçok millete hükmeden koca bir imparatorluktu. Ulus devlet fikri ile taban tabana zıttı. Ve biliyorlardı ki, bir sonraki yüzyılın devlet modeli ''Ulus Devletler'' idi. Ve kendi ulusları için bir devlet kurarlar ise vatan, millet ve hürriyet kahramanları olacaklardı. Yeni kurulacak devletin temellerini onlar atacaktı.

Nitekim harfiyen de öyle oldu. Meşrutiyeti ilan ettiren, cihana son hükmeden imparator Sultan Abdülhamid'i hal eden ve Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na sokan adamlar, bugün ''Hürriyet Kahramanları'' olarak anılıyorlar.


Bugün Şişli'de, Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde, ''Abide-i Hürriyet'' isimli bir anıt vardır. ''Hürriyet Kahramanları'' anıtı olarak da bilinir. Bütün İttihat ve Terakki'nin önde gelenleri burada gömülüdür bugün.
Midhat Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Atıf Kamçıl, Eyüp Sabri Akgöl, Midhat Şükrü Bleda...


Hürriyet kahramanlarına bakın..
Padişah öldüren, devletin hazinesini yağmalayan, devleti dünya savaşına sokan, seçimi her kaybettiklerinde kanlı darbeler yapıp iktidarı tekrar eline geçiren, ordunun bütün kilit noktalarına adamlarını yerleştiren ve kaybedilen her karış topraktan mes'ul olan adamlar, bugün ''Hürriyet Kahramanları''...

Neyse.
Gelelim kaybedilen I. Dünya Savaşı sonrasındaki duruma.
Osmanlı topraklarını paylaşma yarışı olan I. Dünya Savaşı sonrasında, topraklar galip devletler tarafından paylaşılmıştı. İttihat ve Terakki'ye vaad edilen ulus devlet projesince, bize de elbette ki Türklerin yaşadığı Anadolu toprakları bırakılacaktı. Türkiye ulus devletinin Arabistan'da kurulacak hali yoktu herhalde..


Osmanlı topraklarını paylaşma projesinin adı da Sevr idi.
Fakat gelin görün ki, yakın tarihin en büyük yalanlarından biri bu konu üzerinde söylenmiştir.
''Sevr Anlaşması''

Sevr, bir anlaşma değil projedir. Ve aptal tarih kitaplarımızın yazdığı gibi, uygulamaya konulmadan ortadan kalkmış da değildir. Yüzde yüz olarak uygulanmıştır. ''Olur mu lan Sevr bal gibi de anlaşmaydı anassına satayığımm!!!'' diyen kemalist arkadaşım, kutsal kitabın olan nutuk'u oku.. Tam 15 kez ''Sevr Projesi'' diye geçer. Tam 15 kez Sevr'i bir proje olarak tanımlamıştır Mustafa Kemal.

İsmet İnönü de hatıralarında ''Sevr Projesi'' der. Ulus Gazetesinin 24 Temmuz 1968 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.


Tarihin Arka Odası programında Erhan Afyoncu bile şöyle söyler hatta; ''Birileri okullarda hala çocuklara Sevr Anlaşması diye bir anlaşma öğretiyor. Böyle bir anlaşma falan yok, ya da biz tarihçiler bilmiyoruz.''

Prof. Dr. Mehmet Çelik de şöyle der ; ''Sevr diye bir anlaşma falan yoktur. Sevr bir projedir. Osmanlı yani İslam coğrafyasını parçalama ve bölüşme projesi... Okullarda çocuklara öğretilen o haritalar masa başında uydurulmuştır.'' Link ve Link

Link

Konu hakkında iki mükemmel ve tam teferruatlı program var, tamamı şu adreslerde ; Link , Link


Önce şu elmalarla armutları bi ayıralım.
Sevr, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı coğrafyasını parçalama ve bölüştürme projesidir. Okul kitaplarımızda anlatıldığı ve gösterildiği gibi bir anlaşma değildir. Hele ki kafamıza vura vura dayatılan şu harita, Prof. Dr. Mehmet Çelik'in de, Erhan Afyoncu'nun da dediği gibi tamamıyla masa başında uydurulmuş bir saçmalıktan başka bir şey değildir;


Ulan, Allah aşkına, akıl var, nizam var.

         Şöyle bir devlete, şu yukarıdaki kadar küçük birkaç bin kilometrelik toprak parçası bırakılır mı Allah aşkına? Ya bunu okul kitaplarına sokmak, öğretmenlerin ağzına sakız etmek ve koca bir milleti, koca bir nesli buna inandırmak, o milletle dalga geçmek, alay etmek değil midir? Bizim toprağımız olan Irak'ta, Suriye'de, Arabistan'da, Afrika'da, Avrupa'da koskoca devletler kurdular da, bize yani dünyaya 600 sene nizam vermiş bir imparatorluğun merkezine, üç-beş bin kilometre karelik bir toprak parçası mı vereceklerdi?

Ayrıca kalan Anadolu topraklarındaki o Avrupalı devletler ne yapacaktı onu anlamadım ben? ''New France, New England, New Italy'' diye devletler falan mı kuracaklardı yoksa?

Eğer kendilerine devlet kurmaya meraklı olsalardı, bunu Arabistan'da da, Mısır'da da yapabilirlerdi, ya da Osmanlı'nın diğer topraklarında. Fakat yapmadılar. Savaşta mağlup sayılan Osmanlı'nın topraklarında toplamda 50 devlet kurdular. Link

Afrika ve Arap yarımadası haritasını gözünüzün önüne getirin;


Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Somali, Ürdün vs vs... Bu ülkelerin hepsi Arap ülkesi. Peki neden hepsi Arap ülkesiyken, yeni dünya düzenince tek bir Arap ulus devleti kurulmadı? Çok basit. Birincisi bu bölgeleri ve halkları birbirlerinden ayırarak küçük parçalara böldüler, çünkü böle bildikleri kadar küçük parçalara bölerlerse kolay sömürebileceklerdi. İkincisi de, eğer tek bir Arap ulus devleti olursa çok büyük bir devlet olacaktı. Fakat bu adamların amacı zaten koca imparatorluğu parçalamak, yenisini kurmak değil..

Türkiye de, Osmanlı topraklarında plan gereği kurulan 50 devletten yalnızca bir tanesi..


Bütün Ortadoğu'yu işgal ettiler ama hepsinden birkaç sene sonra çekildiler. Yukarıdaki ucube Sevr haritasının gösterdiği gibi orada devletler kurmuş değiller. İstedikleri cuntayı kurduktan ve sistemi yerleştirdikten hemen sonra ayrıldılar. Ve size çok garip bir şey daha söyleyeyim; bahsettiğimiz ülkelerin hepsi belli tarihlerde ''Kurtuluş Savaşlarını'' kutluyor. Arabistanlılar İngilizleri yendiklerini ve özgürlüklerini kazandıklarını, Libyalılar İtalyanları yendiklerini, Cezayirliler Fransızları yendiklerini ve bağımsızlıklarını kazandıklarını söylüyor ve buna inandırılıyorlar. Tanıdık geldi mi..?


Kafanızda deli sorular... Biliyorum..
Mesela; neden böyle bir anlaşma olmamasına rağmen koca bir eğitim sistemi bu tezin üzerine kurulur? Neden koca bir millet buna inandırılır? Fazla düşünüp beynimize kısa devre yaptırmaya asla ve kat'ha gerek yok. Zira fazla basit.

Şimdi size Misak-ı Milli'yi yani ''Milli Sınırlar''ımızı göstericem. Mağlup sayıldıktan sonra bize ulus devlet kurmaktan başka hiçbir şansımızın olmadığı söylenmişti zaten, bu yüzden Türk ulusu neredeyse, yeni Türk Ulus Devleti de oraya kurulacaktı. Bu yüzden milli sınırlarımız konusunda mutabakat sağlanması gerekiyordu haliyle. O mutabakat da Misak-ı Milli idi;


Sol tarafta, yani birinci resimde gördüğünüz harita asıl ''Misak-ı Milli'' haritasıdır. Şu haritadan da nereleri içine aldığını görebilirsiniz;


Selanik, Filibe, Kayaka, Kıbrıs'ın tamamı, adalar, Halep, Erbil özellikle de; Musul ve Kerkük...


Evet ciğersizler, kabul edilen anlaşmaya göre Musul ve Kerkük ve yanında saydığım tüm o bölgeler ''Türkiye Devleti sınırları içerisindedir!'' Fakat Lozan'da elimizde yalnızca bugünkü topraklar bırakılmıştır. Koskoca bir cihan imparatorluğu, İslam Devleti'nin yıkılışını ve yerine yeni bir devletin kuruluşunu dünyaya ve halka kabul ettirmek istiyorsanız, eskisini olabildiğince kötülemeli ve yenisini de olabildiğince yüceltmelisiniz. Kural budur.

Nitekim olan da buydu.
Belirlenen Misak-ı Milli sınırlarından kabul edilemeyecek kadar tavizler verilmişti ve bu durumdan kurtulmanın, bunu halka kabul ettirmenin tek yolu da ''Sevr anlaşmasının yanında Lozan anlaşması Türk tarihinin en şerefli anlaşmasıdır! Onlar bize Sevr'i dayatmak istediler, ama biz onlara Lozan'ı kabul ettirdik! Kaybettiğimiz toprakların hepsini geri aldık! Bağımsızlığımızı kazandık!!!'' demekti halka ve sonraki nesillere.


Bu yüzden bütün tarih tezlerini bu temele dayandırarak yazdılar, tüm eğitim müfredatını... Devletin ve siyasetin temelini bu fikrin üzerine inşa ettiler. Koca bir nesil bu doğruyla büyütüldü ve yetiştirildi. En önemlisi de bu masa başında uydurulan kahramanlık hikayesi, insanlara savundurtturuldu. İki kere ikinin üç ettiği bu garip denklemde kimse dört rakamına tahammül edemez oldu, hatta insanlar dördü tamamen unuttular.

Biraz önce ''özellikle Musul ve Kerkük'' dedim. Çünkü bildiğiniz gibi Musul ve Kerkük -hatta Erbil'i de katabiliriz buna- petrol kuyusudur. Bu petrole sahip olmanın ne demek olduğunu varın siz hesaplayın. Turgut Özal; ''Musul ve Kerkük bizimdir. Bunu dünya biliyor. Alacağız.'' demişti, kısa süre sonra da kalp krizinden (!) gitmişti, hatırlarsınız. E tabi olur öyle. İnsanın kalbi dayanmaz böle şeylere, gidiverirsin birden.. Senin olan toprağı almak istersen, cumhurbaşkanı bile olsan oracıkta başını ezerler.

Her neyse.
''Sevr Anlaşması'' safsatası işte bu yüzden ortaya atılmıştır. Çünkü bu safsata tezi ortaya atılmasaydı, Lozan Anlaşması ile kaybedilen toprakların hesabını asla veremezlerdi. O an ellerinde bulunan askeri güç ile bunu sağlayabilseler de, bu yalnızca çok kısa süreli bir çözüm olurdu. ''Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar çok olur.'' demiş Hitler. Bu konuda tecrübeli olan bu adam, tecrübelerine dayanarak söylemiş bu lafı. Harika da bir tespit olmuş doğrusu. Şöyle düşünün; sokakta süt satan bir seyyar satıcının, sattığı sütün içine su koymuş olabilme ihtimali herkesin aklına yatar. Çok basit bir fikirdir. Biri bunu duyduğunda asla ''hadi canım yok artık'' falan demez. Tam tersine çabuk inanır. Fakat, ülkenin ya da dünyanın en büyük süt fabrikalarından birinin, sattığı sütlerin içine su kattığını söylersen, insanlar ''yok artık, koskoca firma yapar mı öle şey'' diyecektir. Bu her zaman ve her yerde böyledir. Asla değişmez. Çünkü insan, her yerde insandır. Ki bu da, dünyaca ünlü markalara her zaman çok daha fazla kar etmeleri için hile yapma fırsatı verir. Çünkü kimse bu kadar büyük ve elit markaların böyle bir şey yapacağına imkan vermez. Halbuki o dünyanın en pahalı, en elit markaları; dünyanın en ucuz, en adi mallarıyla aynı yerde dikiliyor veya işleniyordur.. Fakat biri Zara etiketi taşıyor, diğeri Kardeşler tekstil.. İnsanoğlu da bu ya, etikete gidiyor işte..


Yine her neyse.
Buraya kadar olan kısımda ufak bir toparlama yapalım.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, batılı ülkeler Osmanlı'nın iç işlerine müdahale etmeye başlamışlardı. Bunu da Osmanlı'nın içine soktukları Jön Türkler, Yeni Osmanlılar, Genç Osmanlılar gibi gruplarla yapıyorlardı. Devletin içine sokulan bu gruplar aydın ve modern görünüşlü kimseler olup, çağa ayak uydurmak için tamamen batılılaşmak gerektiğini savunuyorlardı. Bunun için de komple rejimi değiştirmeyi düşünüyorlardı. Bugün bile hala etkisini devam ettiren milliyetçilik akımı ile, kendilerine ulus devletler vaad edilmişti bu aydınların. Bir sonraki yüzyılın yeni dünya düzeninden bahsedilmişti ve bu dünya düzeninde imparatorlukların olmayacağını, yeni düzende her yerde ulus devletler kurulacağını ve dünyanın ancak bu şekilde refaha kavuşacağını anlatmışlardı onlara. Ve 1800'lü yılların ortalarında başlayan bu hareketlerin tek amacı Osmanlı'yı yıkıp yerine ulus devletler kurmaktı.


Ve dikkatinizi çekti mi bilmem, II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908 yılı hem masonlar, hem de bugünün İttihat ve Terakki'cileri tarafından kutlanır. ''Cumhuriyet'i biz 1908 yılında ilan ettik'' derler. LinkLink

Peki neden II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908'i cumhuriyetin kuruluşu olarak görürler?
Çünkü 1908 yılında Sultan Abdülhamid'e zorla ilan ettirdikleri Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki, devletin yıkılışına kadar iktidarı ve devletin tüm kontrolünü eline almıştır, hatta sonrasında bile..

Kaba taslak olarak şöyle bakalım;

  • 1908 yılında II. Meşrutiyet'i ilan ettirdiler.
  • 1909 yılında Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirdiler.
  • 1913'de Bab-ı Ali baskınıyla darbe yapıp tekrar yönetime geçtiler.
  • Bu darbenin hemen ardından da Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na soktular.

Bugün okullarda bize ''demokratikleşmenin en önemli adımı'' olarak anlatılan II. Meşrutiyet, yıkılışın en büyük fiili adımıdır. Çünkü II. Meşrutiyet'ten sonra padişahın yetkileri çok fazla sınırlandırılmıştı. Bugünkü cumhurbaşkanı gibi bir şeydi yani. Fakat daha önemli olan şuydu; kurulan meclisin neredeyse tamamına yakını Ermeni ve Yahudi'lerden oluşuyordu. O meclis Osmanlı'yı yıktı, o meclis Osmanlı'nın borçlarını katladı, o meclis Osmanlı'yı I. Dünya Savaşı'na soktu. Çünkü İttihat ve Terakki denilen mason ve Yahudi yuvası, devletin kontrolünü tamamıyla eline geçirmişti. İşte tam da bu yüzden II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908 yılı tüm masonlar tarafından kutlanır. LinkLink 


Aramızda tarih farkı var..
Bugün kalkıp özgürlük naraları atanlarla, ''tam bağımsız Türkiyee'' diye bi tarafını yırtanlarla, ''bağımsızlığımız tehlikedeee!!'' diye yırtınanlarla aramızda tarih farkı var.

Biz I. Dünya Savaşı'na yirmi milyon kilometrekare toprakla girmiş ve yedi yüz bin kilometrekare civarı bir toprakla çıkmışken, kimse bu savaşı kazandığımızı söyleyemez. Bunu söyleyen, söyleyebilen ancak ve ancak size yarım saattir acizane anlatmaya çalıştığım İttihat ve Terakki kafasına sahip olanlar olabilir. Çünkü adamların amacı zaten ulus devlet kurmak ve yönetimi ellerine geçirmekti. Buna da ''hürriyet'' dediler, ''istiklal'' dediler. Osmanlı'yı birinci elden yıkan adamlar için Abide-i Hürriyet diye bir anıt inşa ettiler ve doksan yıldır bu adamları hürriyet şehitleri olarak anıyorlar.


1923'te de bu milletin bağımsızlığı resmi olarak 100 yıllık bir anlaşma ile satıldı. Kendilerini özgür sanan kölelere sesleniyorum şimdi;
  • Neden boğazlarımızdan tek kuruş para kazanamıyoruz?
  • Neden boğazlarımızdan her ülkenin ticaret ve savaş gemisi bizden izin almaksızın geçebiliyor?
  • Bu nasıl bir özgürlük, bağımsızlık ki kendi boğazlarımızdan geçen gemilere ''hayır geçemezsin'' ya da ''dur lan nereye gidiyosun, arama yapacam'' diyemiyoruz?
  • Neden bu sömürü düzeninin, Yahudilerin, masonların ve yeni dünya düzeninin karşısındaki en büyük engel olan hilafet yıkıldı?
  • Neden Misak-ı Milli topraklarımızı bile Lozan'daki masada bırakıp geldik?
  • Musul, Kerkük, Selanik, Erbil, adalar, Kıbrıs ve daha birçok toprağımız şuan nerede?
  • Neden bu halk arasında ''ya bizde altın da var, doğal gaz da var, petrol de var, bor da var. Ama dış güçler izin vermez çıkarmamıza, o yüzden çıkaramıyoruz.'' diye bir inanç vardır? Ve bu inanç doğru mudur, değil midir?
  • Bağımsız bir devlet nasıl olur da kendi doğal kaynaklarını kullanamaz?
  • Bağımsız bir devlette nasıl olur da halkın seçtiği hükumetler her on senede bir askeri darbe ile devrilir?
  • Nasıl olur da her darbe sonunda ülke ekonomisi dibe vurur?
  • Nasıl olur da ülke içindeki birkaç aile, birkaç banker bu ülkeyi el altından yönetebilir?

Tüm bunlar olurken kalkıp da bana ''biz 1923'te bağımsızlığımızı ilan ettik, yedi düveli yendik!!!!!!!!'' diyen, özgür görünümlü köle ağzına sahip olan insanlarla aramızda tarih farkı var. Tarih farkı olduğu için de, bugün de aramızda fark var. Onlar özgür olduklarını ama özgürlüklerinin tehlikede olduğunu sanıyorlar, biz ise özgürlüğümüzün zaten satıldığını biliyor ve bunu geri almaya çalışıyoruz. Bu yüzden, bu insanlarla tarih farkı olduğu sürece asla bugün de aynı düşünceye sahip olamayacağız, burası çok açık.


Eğer akıl tutulması yaşamıyorsanız, çocukluğunuzdan beri, anaokulundan beri sizi hipnoz eden eğitim sistemi tarafından tamamıyla ele geçirilmemiş ve biraz olsun sorgulayabiliyorsanız; hilafetin ilga ediliş nedenini düşünmelisiniz. 

Bağımsızlığını kazanan bir ülke, nasıl olur da batılı devletlerin tüm dünyayı sömürme planlarının önündeki tek ve en korktukları engel olan hilafeti ilga eder? İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkelerin tüm sömürgeleri İslam coğrafyası üzerindeydi. Ortadoğu, Afrika, Arap yarımadası.. Bütün petrol, altın, gümüş, doğal gaz ve diğer yeraltı kaynakları bu coğrafyada idi. Ve bu yüzden batılıların en korktuğu şey hilafetin devam edip de, halifenin cihad-ı ekber ilan etmesi idi. Çünkü hilafet yıkılmadığı sürece, yıkmak için geldikleri İslam birliği yıkılmamış olacaktı. E İslam birliği olan hilafeti yıkmayacaklarsa, bu savaşı neden yaptılar ki?


Tabi değinmeden edemeyeceğim bir husus daha var. 
Bazı bidon kafalılar; ''Bak Atatürk hilafet için biz kendimiz karar veremeyiz diyor, biz tek başımıza hilafet hakkında karar verme yetkisine sahip değiliz diyorrrr!!!!!!!!!!!!!!!!!!!! '' diyor 
(diyor diyor diyor ne anasını satayım).


E peki ben de şöyle sorayım; Madem hilafet konusunda tek başımıza karar veremeyeceğimiz iddia ediliyor, nasıl oldu da kendi başlarına karar verip de ilga ettiler? Hani kendi başımıza karar veremezdik? Hilafet ilga edilirken Müslüman alemine soruldu mu? Bu nasıl bir çelişki peki? Kendi başımıza karar veremeyiz diyenler, kendi başlarına karar verip hilafeti ilga ettiler. Bugünün bidonları da bunu savunmakta.
Son Halife Abdülmecid Efendi
Hilafetin ilga edilmesi, batılıların Türkiye Devleti'ni tanıma şartlarından bir tanesi idi. Biraz tarih bilen bunu da bilir. Milyonlarca kilometrekare toprak kaybettiğimiz yetmemiş gibi, İslam devletinin yıkılması yetmemiş gibi, İslam birliğinin parçalanması yetmemiş gibi, Misak-ı Milli'den de vermediğimiz taviz kalmamış gibi, boğazlarımızın hakimiyetini kaybetmemişiz gibi, üstüne bir de hilafeti yıktılar. Yıktırdılar. İşte tarih kitaplarımızın, hocalarımızın ve kaydın aydınlarımızın öve öve bitiremediği ''Lozan Zaferi'' !

Sizin bağımsızlık anlayışınız bu mu?


Fakat kısaca bir şey diyeyim;
I. Dünya Harbine katılan milyonlarca Osmanlı vatandaşı, unutmayın ki, hilafeti ve halifeyi, Hanedan-ı Ali Osman'ı kurtarmak için bu savaşa girdiler. Ulus devlet kurmak için değil. Eğer ulus devlet kurmak için savaşa girselerdi, şöyle bir resim olmazdı;


Bu askerlerin oraya Türkiye Ulus Devleti kurulsun diye gitmedikleri, bunun savaşıp canlarını feda etmedikleri çok açık di mi..


Bir Arapı, bir Afrikalıyı oraya yalnızca hilafet uğruna edilen, din uğruna edilen mücadele getirebilir. Öyleydi de. Türkü, Kürdü, Arapı, Afrikalısı, Asyalısı ve Avrupalısı hepsi birlikte savaştılar. Hilafeti, İslam devletini ve birliğini koruyabilmek için.. Ama yıllar sonra ulus devletler kuruldu ve ''Türkiye yalnızca Türklerindir!'' denildi. Toprağa düşen bu şehitlere, onların canlarına, kanlarına, inançlarına ve uğrunda hayatlarını feda ettikleri fedakarlık ve sadakatlerine ihanet edildi. Bu topraklar yalnızca Türklerin değil sevgili kardeşim. Bu topraklar, bu uğurda savaşıp ölen herkesin.


Dikkat çekici bir başka ayrıntı söyleyeyim size.
1800'lü yıllardan I. Dünya Harbine kadar olan bölümde İttihat ve Terakki'nin sürekli devlet işlerine karıştığı ve darbelerle sürekli iktidara geldiğini görüyoruz. Peki dünya harbinden sonra İttihat ve Terakki'ye ne oldu, bileniniz var mı?

Ben söyleyeyim 1 Kasım 1918'de parti kendisini lağvetti. 2 Kasım'da yıllarca ülkeyi babalarının malı gibi yöneten Talat, Enver ve Cemal Paşalar yurt dışına kaçtılar. İşte vatanseverler! İşte hürriyet kahramanları! Cumhuriyetin atası olan, demokrasinin jönleri olan bu hürriyet kahramanları (!), görevleri bitip, İstanbul işgal oluncaya kadar, Devlet-i Ali Osman yıkılana kadar, kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yaptılar. Gerek hileyle, gerekse kanla yönetimi ele geçirdiler. Yönetimi ele geçirmek önemliydi çünkü, savaşa ancak bu şekilde girilebilirdi. Kilit noktadaki tüm yüksek rütbeli paşalar, askerler ancak bu şekilde değiştirilebilirdi.


Nihayetinde de İstanbul'un işgalinden 6 gün önce partiyi lağvettiler, ertesi gün de itilaf devletleri himayesi altında ülkeden kaçtılar.

7 Kasım 1918'de de İngilizler İstanbul'a ulaştılar.


Bir ayrıntı daha söyleyeyim size.
Çünkü hipnoz edilmiş insanlar olarak hepimizin biraz olsun gözümüzü açıp, şu içinde bulunduğumuz narkozdan uyanmamız gerekiyor. Bir şeylerin ters olduğunu fark etmemiz lazım, eğer bilincimiz yerine gelirse, narkozun etkisinde olduğumuzu anlayabiliriz çünkü.


Doksan senedir anlata anlata bitiremediğimiz bir Çanakkale Zaferi'miz var bizim değil mi... 1914-15 arasında.. O savaşta iki yüz binden fazla şehit verildi. Bu vatanın evlatları, vatanlarını ve dinlerini korumak amacıyla koşa koşa ölüme gittiler. Ve çetin de bir zafer kazandılar. Buraya kadar her şey güzel. Okullarda bize ''Çanakkale geçilmez!!!'' diye öğrettiler hep. Fakat gelin sizi acı bir gerçekle daha yüzleştireyim;


1915 yılında kazanılan Çanakkale zaferi, bugün ''Çanakkale Geçilmez'' sloganı altında kutlanır.

Fakat 1915'te kazanılan zafer, yerini ihanete bırakmıştır. Aradan iki buçuk-üç sene geçer ve İngiliz ve Fransız kuvvetleri, 1918 yılında Çanakkale Boğazı'ndan başkent İstanbul'a girer..

Hiçbir zorlukla veya askerle karşılaşmadan..

Yani 1915'te kazanılan Çanakkale zaferi, birkaç sene sonra birkaç vaatle satılmıştır.


İtilaf Devletlerinin Çanakkale'ye saldırma amaçları, Çanakkale Boğazı'ndan geçerek başkent İstanbul'a ulaşmaktı. Bunu savaş meydanında yapamadılar. Ama masa başında çok daha kolay bir şekilde yaptılar. Çanakkale 1918'de geçildi ve İngiliz ile Fransız birlikleri İstanbul'a ulaştı. 465 yıl başkent olmuş İstanbul, ilk kez düşman askerleri tarafından işgal edildi. Ve İngilizlerin yaptığı açıklamayı size söyleyeyim;

''İşgal geçicidir. İngiliz askerleri, İstanbul'a padişahlığı ve hilafeti korumak ve güçlendirmek için girmiştir.''

Bu açıklamanın üzerine biraz düşünün..


Bağımsızlığı ilan ettiğini düşünen, bağımsız olduğunu düşünen kardeşim, bu şarkı sana gelsin..
Farkında olarak veya olmadan bugünün İttihat ve Terakkiciliğini yaparak, hala ''Çanakkale Geçilmeeeezz!'' diye bağıran kardeşime de şunu göstermek istiyorum;


Bu gördükleriniz ABD ve Fransız donanmaları.. Birkaç ay önce ''Çanakkale Boğazı'ndan geçerek Karadeniz'e ulaştılar''. Ondan önce de üç Rus savaş gemisi geçiş yapmıştı.. Hiç kimseye sormadan, izin istemeden, hesap vermeden, arama yapılmadan.. Öylece geldiler ve Çanakkale'den ve İstanbul boğazlarından geçtiler.. LinkLinkLinkLink,

En manidar olan da şu fotoğraftır;

Video Link
Arkada; ''Dur Yolcu!'' yazıyor. Fakat o yazı orada dururken ABD, Fransız ve Rus donanmaları kendi boğazlarıymışçasına rahat bir şekilde o boğazlardan geçiyorlar. Çocuklarımıza okullarda ''Çanakkale Geçilmez'' naraları attırırlarken, doksan sene önce yendiğimizi, denize döktüğümüzü iddia ettiğimiz düşman savaş gemileri, tıpkı 1918'deki gibi bugün de ellerini kollarını sallaya sallaya geçebiliyor.. Yaşasın bağımsızlığımız(!)

İstanbul'un işgalinden bir kare
Ayrıca Çanakkale Zaferi ile ilgili bir diğer uydurma da, savaşın komutanının Mustafa Kemal olduğudur. Ya Allah aşkına, yapmayın etmeyin.. Yıl 1914. Mustafa Kemal 1914'te daha yarbay anasını satayım ya. Allah aşkına bu milletle bu kadar dalga geçmeyin! Çanakkale Savaşı'nın başkomutanı Otto Liman Von Sonders adlı bir Alman komutandır. Mustafa Kemal Çanakkale'deki 400 yarbaydan yalnızca bir tanesidir.


Eğitim sistemimizin, tarih tezlerimizin neden bu kadar çok yalana yer verdiğini hiç mi düşünmedin arkadaşım? Ya insan merak eder, neden bu kadar fazla yalan var yakın tarihimizle alakalı? Neden olmayan savaşlar uydurup da bizi kahramanlık efsanelerine inandırdılar doksan senedir? I. ve II. İnönü savaşları mesela.. Ya genelkurmay kayıtları dahil, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir savaş yok anasını satayım. Ama bizim tarih, kilimcinin kör oğlu tarafından yazıldığı için, ipini koparanın fantezilerini görmek mümkün elbette..


İnönü Savaşlarının uydurulma sebebi meclisin ve düzenli ordunun yeni kurulması ve orduya Kuvay-ı Milliye'nin yerini aldırma çabasıdır. Tabi bir de İsmet Paşa generalliğe yükselmiştir. Savaşların kazanıldığı haberleri birileri tarafından yayılınca, meclise ve orduya güven artmıştır, hakeza amaç da budur. Link

Hatta bizzat İsmet Paşa'nın ağzından dinleyin ; Link
Sürekli olarak; ''Askeri başarı pek önemli olmasa da... , Askeri açıdan değil de... Askeri açıdan değil ama siyasi açıdan...'' gibi cümlelerle başlıyor zaten konuşmaya. Ve yukarıda zikrettiğim gibi, bu savaşların meclisin ve ordunun siyasi gücünü artırdığını söylüyor.


Sömürgeci devletler, sömürdükleri ülkelerin tarihlerini kendileri yazarlar. Sömürdükleri ülkeleri, aslında özgür olduklarına inandırırlar. Yeni bir nesil yetiştirirler. Bu nesil, kendi yazdıkları tarih doğrultusunda eğitilir. Böylelikle kendi planları neyse, o doğrultuda yürüyen insanlar ortaya çıkar. Bu meseleyi kimse kaşıyamaz, çünkü öyle hikayeler uydurulmuştur ki, eğer sorgularsan direkt olarak vatan hainliği ile suçlanırsın. Birilerinin, bir şeylerin düşmanı olmakla yaftalanırsın.

24 milyon kilometrekare toprak kaybetmişiz, bunu savunan vatan kahramanı oluyor; fakat bunların birer kayıp olduğunu, topraklarımızın işgal edildiğini, aslında vatanımızın birkaç bin kilometrekare değil, 25 milyon kilometrekare olduğunu söylersen; vatan haini, gerici, yobaz, düşman oluyor.. Kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış kalmış insanlara bir cihan devleti olmayı, İslam birliğini falan anlatamazsın. Çünkü kafaları küçük düşünür.


Cumhuriyetin kuruluşuna gelelim ve biraz sonra da bitirelim.

Ama önce Amerika-Irak savaşına götürücem sizi.
Hatırladığınız üzre George Pusht; ''Irak halkını özgürleştirmek ve demokrasi için gireceğüz, bi de çaylarını içip gideceğüz'' diyerek girmişti Amerika Irak'a.

Girdiler ve Irak halkını Saddam'dan kurtardılar (!)
Fakat birkaç sene sonra çekildiler. Neden?

Çünkü o birkaç sene içinde kendilerine bağımlı bir sistem ve cunta kurdular.

Harb-i Umumi'den sonra İngilizler Arap yarımadasını işgal ettiler. Birkaç yıl sonra da çekildiler.
Amerika Afganistan'ı işgal etti ve birkaç sene sonra çekildi.
Yine Amerika Vietnam'ı işgal edip sonra çekildi.

Bu asla değişmez.


İstanbul 1918 yılında işgal edildi. Cumhuriyet ise 1923 yılında kuruldu. Yani tam beş yıl itilaf devletleri İstanbul'da kaldılar. Ve cumhuriyetin ilanından hemen önce Osmanlı Devleti'nin tüm üst derecedeki askerleri ve devlet adamları tutuklandı. İki dişi dışında. Bu iki kişiyi siz bulacaksınız ciğerler, gideceksiniz biraz arşiv karıştıracaksınız, kitap ve ansiklopedi okuyacaksınız, şu interneti feys ve tivitıra girmek ve kız tavlamaktan başka işler için de kullanacaksınız. Sonrası da size kalacak zaten, orası benim işim değil.


''Atatürk düşmanı olom buuu, bırakın şu adamııaa!!! '' diyen binlerce okuyucum var şuan buradan duyabiliyorum onları. Şunu öncelikle söyleyeyim, Atatürk'ü seven ateist veya kemalistlere sonsuz saygım var, samimiyim. Fakat bir Müslüman olarak ben, hilafeti kaldıran adamı sevmeyi reddediyorum. İslam şeriatını kaldıran adamı sevmeyi reddediyorum. Zaten benim hukuk olarak her zaman İslam hukukunu seçtiğimi okuyucularım iyi bilir. Mustafa Kemal'e gelince, kendisi ateisttir. Bizzat el yazısı ile sabittir. Manevi kızı olan Afet İnan'a yazdırdığı ve okullarda okutulan kitaplarca da sabittir.


Mesela 1931'de çıkan Medeni Bilgiler kitabının Millet bölümünde şöyle der Mustafa Kemal;
''Türkler Arapların dinini kabul etmeden önce de büyük bir milletti. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din, Arapların Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türklerin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu.''

''Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.''


''Din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti... Artık Türk, cenneti değil, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra...'' Link

''Gerçekte, dinleri konusunda halkların hiçbir fikri yoktur. Din denilen şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka bir şey değildir.''

''Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerinin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur.''


''Çünkü malumdur ki, insan tabiatın mahlukudur.''

''Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte Peygamberin ilk söylediği Kur'an ayetinin ne olduğu malum ve belki de mazbut değildir. Kur'an sureleri Muhammed'e açık semada pey'da olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değillerdi. Muhammed'in söylediği sureler uzun bir devirde dini düşüncelerinin ürünü olmuştur. Muhammed, bu surelere birçok çalıştıktan ve incelemeler yaptıktan sonra edebi şeklini vermiştir.''

''Masum ve cahil insanları yüzlerce Allah'a taptırmak veya Allah'ları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayetinde tek bir Allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir.'' (Türk Tarihinin Ana HatlarıLink


''İnsanlar kurtçuklar gibi sulardan çıktılar en önce... İlk ceddimiz balıktır. İşler daha daha ilerledikçe o insanlar primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız, düşüncelerimiz insandır.'' Ruşen Eşref ÜnaydınAtatürk Tarih ve Dil KurumlarıLinkLink

Şu adresten bizzat kendiniz görebilirsiniz. Bu el yazıları, genelkurmaylık tarafından laboratuvarda incelenmiş ve onaylanmıştır. (Atatürk ve Evrim)


Bu kitapları gerek internetten, gerekse kitapçılardan çok ama çok kolay tedarik edebilir ve kendiniz okuyabilirsiniz. Alın okuyun. Yıllardır yapılan şu ''Atatürk dinsiz miydi, çok mu dindardı?'' tartışmalarını da bi kenara bırakın artık Allah aşkına. Yeter. Bıktık. Usandık. Tabi bazı bidon kafalıların hala daha ''Atatürk çok büyük alim ve evliya idi'' demesi gına getirmiştir artık. Geçiniz.

Ama samimiyetimle şunu eklemem şart; Hiçbir insanın inançları beni ilgilendirmez, hatta kimseyi ilgilendirmez. Mustafa Kemal ateist ise, bu onun inancıdır, onun görüşüdür, asla ve kat'ha kimse bunu sorgulayamaz veya yargılayamaz.


Benim karşı olduğum şey yalnızca kendi düşüncelerini halka dayatmış olmasıdır. ''Ne dayatması laaan!!!ünlemmm!!'' diye hoplamayın hemen, dürüst olun kendinize karşı. Bu fikirlerin ve tezlerin ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilere ders olarak okutulması, bu fikirlerin basbayağı da dayatılmasıdır. Yukarıdaki yazılar yıllarca okullarda öğrencilere ders olarak okutulmuştur.


Her neyse.
İnkılaplar ile ilgili başka bir yazıda buluşmalıyız bence, bu yazıyı daha fazla uzatmayalım.
Özellikle seküler sistem hakkında bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü sonuna kadar karşı olduğum şey, hayatımı ona karşı adadığım şey budur. Sekülerizm, laiklik.


Konuyu bağlayalım ve bitirelim.
İslam Devleti'nin, İslam Birliği'nin, Osmanlı'nın yıkılmasının baş aktörü olan İttihat ve Terakki, bu milletin başına tam 200 yıldır bela olmuştur. Ve dikkat çekici bir şey daha söyleyeyim; İttihat ve Terakki partisi 1918 yılında kendisini lağvettikten sonra, baş paşalar ülkeyi terk edip kaçmışlardı hani, fakat geriye kalan İttihatçılara ne oldu?


Diğer İttihat ve Terakkiciler cumhuriyeti kurdular. Şimdi internetinizin başından kalkmadan araştırın, cumhuriyetin kuruluşundaki kadronun tamamı ama tamamı İttihat ve Terakkicidir, aynı zamanda da masondur. Tarih kitaplarına bakarsanız, İttihat ve Terakki bir anda ortadan kaybolur. Yer yarılır da içine girerler. Hiçbir tarih kitabında aynı kadronun cumhuriyeti kurduğu yazmaz. Bu yüzden tarihinizi, özellikle de yakın tarihinizi asla ve kat'ha okulda öğrenemezsiniz.


Biz Müslümanlar olarak devletimizi, birliğimizi, beraberliğimizi ve hilafetimizi kaybettik. En önemlisi de hafızamızı.. Bu yüzden 1918'den beri işgal altındayız. 1923 yılında da etliye sütlüye karışmayacağımıza, bölgede üstün güç olmayacağımıza (bu yüzden doğal kaynaklarımızı kullanamıyoruz) ve İslam birliği konusunda adım atmayacağımıza söz vererek imzaladığımız Lozan anlaşması gereğince, bağımsızlığımızı kaybettik. Anlaşmaların 100 yıl sürdüğünü hatırlarsak, çok az bir süre sonra resmen bağımsız olacağız. Tabi o zamana kadar veya o zamandan hemen sonra büyük savaşlar kapıda gibi görünüyor.

Ben Osmanlı torunuyum aga. Müslümanım. Ümmetçiyim.
1923'te yıktıkları Osmanlı, öyle veya böyle geri gelecek.
Üçüncü dünya savaşı sonrası da önü alınamaz bir büyüklükteki İslam Birliği kurulacak.

O da Osmanlı torunu ! )

Bu yazıyla bağlantılı birkaç yazı daha yazmak dileği ve dua ile..
Bayramınız mübarek olsun.
Ehlen ve Sehlen..